Fahri Sağlık

Fahri Sağlık

CAMİLERİMİZİN EN DEĞERLİ MİSAFİRLERİ ÇOCUKLARIMIZDIR

İlk ve orta dereceli okullarımız yarıyıl tatiline girdiler. Diyanet İşleri Başkanlığımızın yarıyıl tatilinde ülke genelinde tüm camilerimizde “Camiyi Seviyoruz, Namazla Buluşuyoruz” isimli özel bir projesi uygulanmaya başladı. Bu projesinin amacı “Ağaç yaşken eğilir” atasözünden yola çıkarak çocuklarımıza ibadet alışkanlığı kazandırmak, camide cemaatle namaz kılma şuurunu geliştirmek, camiye gitmenin milli ve manevi sorumluluğumuz olduğu bilincini vermek ve kulağı ezanda, gözü camide nesiller yetişmesine katkı sağlamaktır.

Başkanlığımız, camilerin asli fonksiyonunun ibadethane olmasının yanında, onların birer eğitim-öğretim alanı, sosyal ve kültürel faaliyetlerin merkezi olarak kullanılmasını hedeflemektedir. Aslında camiler İslam medeniyetinin bütün yönleri ile yaşandığı yaşatıldığı mekânlar olmalıdır. Camilerin yetişkinlere- özellikle de erkeklere- ait olduğu algısını değiştirmek hepimizin ortak görevidir. Çocuklarımız camilere yetişkin olunca mı gelecekler? Bu olumsuz algıyı değiştirebilme çabalarından birisi olarak yarıyıl tatilinde ülke genelinde yürürlüğe konulan bu özel projeyi tüm İl ve İlçe Müftülüklerimiz uygulamaya başlamışlardır. Bizler de Karesi Müftülüğü olarak bütün camilerimizde “Camiyi Seviyoruz, Namazla Buluşuyoruz” projesini uygulamaya başladık. Tüm çocuklarımızı ve gençlerimizi aileleriyle birlikte camilerimize bekliyoruz. Başta velilerimiz olmak üzere bütün cemaatimizin bu konuda duyarlı davranacağına inanıyoruz.

Camilerimiz çocuklarla güzel diyoruz. Daha da güzeli çocukların yakınları ile beraber camilere gelmesidir. Bir an hayal edin. Ciğerpareniz sizinle aynı safa durmuş namaz kılıyor. Göz ucuyla size bakıp sizi aynen taklit etmeye çalışıyor. Başındaki takkesi/eşarbı, elindeki tespihi sizinkine benziyor. Arkadaşlarına sizi göstererek gururla işte bu benim babam/annem veya dedem/ ninem, amcam/dayım veya halam/teyzem diyor. Çocuklarınızın, yakınlarınızın camilerde sizlerle gurur duydukları insanlar olmak istemez misiniz? İstersiniz elbette. Öyleyse gelin bu projeye destek olun. Çocuklarınızın elinden tutarak birlikte size en yakın camiye gidin. Çocuklarınıza cami adabını, namazın uygulama biçimini onların seviyesine inerek anlatın ve kıldığınız namaz ile onlara örnek olun.

Yazının Devamı

SELÂ VE SALAVÂT

Bazı özel günlerde ezandan önce veya kılınacak cenaze namazını haber vermek amacıyla camilerde; “es-salâtu ve’s-selâmu aleyke ya resûlallah, es-salâtu ve’s-selâmu aleyke ya habîballah, es-salâtu vesselâmu aleyke ya seyyide’l-evvelîne ve’l-âhirîn, ve selâmun ale’l-murselîn, ve’l-hamdu lillahi Rabbi’l-âlemîn” şeklinde okunan selâ şu anlama gelmektedir: “Salât ve selâm (Allah’ın rahmet ve esenliği) sana olsun ey Allah’ın elçisi, sevgili kulu, geçmiş gelecek bütün insanların hayırlısı! Salât ve selam bütün peygamberlere olsun. Hamd (övgü ve şükür) de âlemlerin rabbi Allah’adır.”

Selâ, bazı kaynaklara göre Fatimiler zamanında Mısır’da başlamış, bazı kaynaklara göre ise Hz. Ömer’in torunu Abdülaziz döneminde Emeviler zamanında okunmaya başlamıştır. Osmanlı, bu geleneğe diğer Müslüman toplumlardan daha çok sahip çıkmıştır. Dinî açıdan özel önemi olan gün ve geceleri hatırlatmak, meydana gelen bir vefatı ve kılınacak cenaze namazını haber vermek amacıyla selâ okunması, kültürel bir değer olarak kabul edilebilir ve bu yönüyle de dinî açıdan herhangi bir sakınca taşımadığı söylenebilir. Ama cenaze dahil yukarıda söylenen özel günleri hatırlatmak için selâ verilmesi dini zorunluluk değildir.

Kültürümüzde selâ aynı zamanda birliğe çağrı ve bir uyarı yöntemidir. Halka saldırı girişimi üzerine hem tepki hem de bu saldırıyı haber verme amacıyla selâlar okunur. “Sela, Anadolu’nun kutlu nefesidir” Bu topraklar Hz. Muhammed’e saygının en üst seviyede yaşandığı yerlerdir.

Yazının Devamı

GENÇLİK VE DEĞERLERİMİZ

Geleceğimiz olan gençlerimizi dini inanç ve değerlerimizden uzaklaştıran birçok sebep bulunmaktadır. Bu yazımda bunlardan “dünyevileşme ile bilim ve dinin karşıt olduğu algısı” üzerinde duracağım.

1-Dünyevileşme:

Dünya ve Ahiret dengesinin dünya lehine bozulması, Müslüman bireyi derin dindarlıktan uzaklaştırarak yüzeysel ve şekli bir dindarlığa götürmektedir. Dünyevileşme, insanlık tarihi kadar eski ahlaki bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır. Hz. Mûsâ’nın ve diğer peygamberlerin bütün çabalarına rağmen, Yahudiler İlahlarını ve dinlerini kendi dünyevi haz ve hedefleri için kurgulayarak Yahudiliği yönünü sadece dünyaya döndüren bir dine dönüştürmüşlerdir. Yahudiliğin dünyeviliğine bir tepki olarak ortaya çıkan Hıristiyanlık, din adamlarının bu konuda işi çokça abartmaları neticesinde sekülerizmin doğmasına, istemeyerek de olsa, zemin hazırlanmıştır. Bizim dinimiz dünya-ahiret dengesini esas alır. İslam’ın ilk dönemlerinde bu dengeyi kurarak dünyaya örnek olan Müslümanlar zaman geçtikçe maalesef bu dengeyi dünya lehine bozarak örnekliklerini kaybetmişlerdir.

Yazının Devamı

GENÇLİK VE DEĞERLERİMİZ

Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulunca “Sosyokültürel Değişim ve Diyanet Hizmetleri” başlığıyla düzenlenen “6. Din Şûrası” kararlarını geçtiğimiz iki haftada iki makale ile sizlere sunmuştum. Şimdi de bu değişimin gençlerimizin değer yargılarını nasıl etkilediğini/değiştirdiğini irdelemeye çalışacağım.

“Kullan ve at” toplumu olarak isimlendirebileceğimiz günümüz toplumlarında, sadece üretilmiş malların atılması değil; aynı zamanda, değerlerin, değerleri anlamlandırma biçimlerinin de atılması söz konusudur. Gelişim psikolojisi açısından gençlik dönemi, ilk ve son ergenlik dönemlerini kapsayarak 20’li yaşlarda son bulur. Bu dönemde genç pek çok değişim yaşar. Dönemin en belirgin özelliği ise bireyin kendi kimliğini oluşturması sürecinde olmasıdır. Genç kendi kimliğini oluşturma ve içinde bulunduğu toplumda bir birey olarak var olma sürecini yaşamaktadır. İçinde bulunduğumuz çağın hızlı değişen yapısı, bireyleri bu değişime ayak uydurmaya zorlamaktadır. Küreselleşmenin etkisiyle bireyin tüm dünyada var olan farklı fikir, olgu ve olaylardan etkilenmesi, onun kimliği, değerleri ve yaşam biçimlerini de büyük ölçüde etkilemiştir. Günümüzde gençlerin dünyasında öne çıkan değerlerin bir önceki nesilden farklı olmasının ardında bu küresel değişim ve dönüşümün etkisi büyüktür. Çoğu zaman gençler, içinde bulundukları kültürün ve ailelerinin değerleri ile, içinde yer edinmeye çalıştıkları dünyanın değerleri arasında tercihte bulunmak durumunda kalmaktadır.

Zamanımızda gençlere empoze edilen değerlerin başında özgüven sahibi olmak, başarılı olmak ve rekabetçi olmak gelmektedir. İlk etapta bu özellikler, makul birer değer gibi görünse de işin pratik boyutunda yaşanan örnekler başka bir gerçeğe işaret etmektedir. Özgüven sahibi olmanın yüceltildiği bu sistemde, kendini rahatça ifade eden bireyler ürettiği gibi kibirli, arkadaş ve komşularını hor ve hakir gören bireyler de üretebilmektedir. Özellikle son 10 yılda narsizmin ciddi ölçüde arttığı göz önünde tutulduğunda özgüven ile kibir arasındaki ince çizgiyi koruyamadığımız söylenebilir. Diğer taraftan özgüven ile tevazu sınırını da iyi korumak gerekir. Çünkü tevazu sahibi olmak, silik bir kişilik olup kendini ifade edememek şeklinde algılandığı zaman gençler için bir değer ifade etmeyecektir. Benzer biçimde günümüz gençleri için öne çıkan bir hedef olan başarı da bir noktadan sonra hırsa dönüşme riskini taşımaktadır. Oysa azimli ve çalışkan olmak önemli bir değerken salt başarıya odaklı bakış açısı insanı her yolu mubah görme noktasına götürebilir. Şu da bir gerçektir ki üniversiteye giriş sınavlarından, eğitim kurumlarındaki mevcut değerlendirme sistemi ve iş başvurularına kadar rekabet hemen her alanda mevcut durumda. Bu da sosyal alanda gençleri rekabetçi olmaya iten bir yapı arz etmektedir. Ancak rekabet, acımasızlığa dönüştüğü zaman değerler skalasından uzaklaşmış olur. Buradaki orta yol bir başkasının hakkını da gözeterek kendi yolunda ilerlemek olmalıdır. Şu hâlde sosyal alanda gençler, tevazu, azim ve merhamet ile kibir, hırs ve acımasızlık arasında kalmış gibi görünmektedir.

Yazının Devamı

GENÇLİK VE DEĞERLERİMİZ ( 1 )

Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulunca “Sosyokültürel Değişim ve Diyanet Hizmetleri” başlığıyla düzenlenen “6. Din Şûrası” kararlarını geçtiğimiz iki haftada iki makale ile sizlere sunmuştum. Şimdi de bu bilgiler ışığında değişimin gençlerimizin değer yargılarını nasıl etkilediğini/değiştirdiğini irdelemeye çalışacağım.

Genel olarak dünyada özelde ise Türkiye’de meydana gelen kitlesel ve sosyal değişimler, bireylerin değer yargılarını da etkilemiştir. Sanayileşme ve kentleşme kişiyi kalabalık gruplar içerisinde yalnızlaştırma ve değersizleşmeye doğru iterken, teknolojik gelişmeler özellikle medya iletişim araçları bilgi paylaşımını hızlandırmıştır.

Kültürümüzün temel taşlarından dürüstlük, yardımseverlik, şefkat gibi değerler “kime göre, neye göre” sloganıyla sorgulanır hâle geldi. Böylesi değişken bir ortamda doğan ve bugün kendi kimliklerini oluşturmaya çalışan gençlerin hayatlarını üzerine oturtacakları temel değerleri bulup benimsemeleri zorlaşmıştır. Gençler ve değerler konusuna yaklaşımımızda ilk göz önünde tutmamız gereken husus, içinde bulunduğumuz çağın hızla değiştiği gerçeğidir. Dolayısıyla bir önceki nesillerin büyüyüp geliştiği şartlar ile gençlerin içinde bulunduğu şartlar aynı değildir. Yetişkinler tecrübeli olsalar da teknolojiyi kullanmak gibi bazı konularda gençlerin gerisinde kalmışlardır. Bu durum, anne-babaların çocuklar üzerindeki yönlendiriciliğini sınırlandırmıştır. Gençler artık içinde bulundukları çevreyi kat kat aşan her türlü bilgiye çok hızlı bir şekilde ulaşabilmektedirler. Dünya değiştikçe gençlerin hedefleri, hayata bakışları ve değerleri de doğal olarak farklılaşmaya başlamıştır.

Yazının Devamı

DİN ŞURASI

Dinî duygu ve düşüncenin genç kuşaklara aktarılmasında edebiyat ve sanatın yeri inkar edilemez. Bu amaçla Başkanlığın yayın politikalarında, hat, tezhip, ebru, şiir, hikaye, roman, müzik ve sinema gibi alanlardaki edebiyat ve sanat ürünlerinin teşvik edilmesi, bu amaçla yarışmalar açılması ve uygun projelerin desteklenmesi önem arz etmektedir. Başkanlık, bu faaliyetleri kendi kurumsal kimliği ile planlayıp icra edebileceği gibi, daha geniş kitlelere ulaşma amacıyla kurum dışı projelere destek vermek suretiyle de gerçekleştirebilir.

• Değişen dünya şartları, uluslararası ilişkilerdeki yeni gelişmeler, hizmet götürülen ülkelerdeki siyasi ve toplumsal değişimlerin; Başkanlığın yurtdışı hizmet ve faaliyetlerini mevcut haliyle sürdürmesini zorlaştırdığı ve uygulamada ciddi sıkıntılarla karşı karşıya bıraktığı gözlemlenmektedir. Bu durum, yurtdışı hizmetlerinin köklü bir biçimde yeniden ele alınmasını ve yapılandırılmasını gerekli kılmaktadır. Bu doğrultuda hizmet yürütülen coğrafyanın yerel şartlarını ve imkânlarını dikkate alan ve hizmet götürecek olan personelin yetiştirilme süreçlerini yönlendiren stratejik eylem planı geliştirilmelidir.

• Yurtdışı din hizmetlerine muhatap olan kitlenin, geleneksel homojen yapısında farklılaşmanın olduğu; millet varlığımızın yanı sıra diğer müslümanların da camilerin bir parçası haline geldiği, ayrıca kuşak farkından kaynaklanan sorunların yaşandığı, nesillerin dil ve kültür olarak birbirlerine yabancılaştıkları gözlemlenmektedir. Bu itibarla bir öğretici, bir manevi rehber ve cemaati dış kurumlarda temsil eden bir önder konumundaki din görevlisinin mesleki ve pedagojik yeterliliğinin yanında ilgili ülkenin dil, din, kültür, sosyal ve siyasi yapısına ilişkin eğitimden geçirilmesi, özellikle çok kültürlü ve çok dinli ortamlarda iletişim kuracak becerilerle donatılması gerekmektedir.

Yazının Devamı

ALTINCI DİN ŞURASI KARARLARI (1)

Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulunca “Sosyokültürel Değişim ve Diyanet Hizmetleri” başlığıyla düzenlenen “6. Din Şûrası” kararlarını Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Erbaş, kamuoyuna açıkladı. 4 Gün boyunca 353 katılımcının 5 komisyon halinde müzakere ettiği, “Sosyokültürel Değişimin İnanca ve Dini Hayata Etkisi”, ‘Sosyokültürel Değişim ve Dini Eğitim’, ‘Sosyokültürel Değişim ve Dini Yayınlar’, ‘Sosyokültürel Değişim ve Yurt dışı Diyanet Hizmetleri’ ana başlıklarıyla yapılan müzakereler sonucu alınan kararlar özetle şöyledir.

Dinin, her toplum ve tarih için geçerli olan sabiteleri tartışmaya açılmamalıdır. Bununla birlikte ictihada bağlı dinî hükümler, üretildiği tarihsel şartlar, sosyoekonomik gerçeklikler ve dayandığı bilimsel bilgi açısından yeniden yorumlanabilir. Günümüzde dinî duygu ve düşünceler ekonomik, siyasî, kişisel çıkar ve sosyal statü gibi nedenlerle istismar edilmektedir. İstismar odakları bu emellerine ulaşmak için başta Kur’an ve Sünnet olmak üzere her türlü dinî değeri suiistimal etmekte, ayrıca pek çok hurafe, bidat, menkıbe ve ezoterik yaklaşıma yoğun bir şekilde başvurmaktadır. Son yıllarda bu istismarın en somut ve yıkıcı örnekleri olarak FETÖ ve DEAŞ gibi yapılanmalar karşımıza çıkmaktadır. Başkanlık, ülkemiz insanının samimi dinî duygularının istismar edilmesine engel olmak için yapmakta olduğu çalışmaları artırarak ve etkinleştirerek devam ettirmelidir. İnanç karşıtı akımlar, İslam coğrafyasında meydana gelen olumsuzlukları ve ortaya çıkan terör olaylarını arka planını sorgulamadan sosyal medyada İslam’ın aleyhinde kullanmaktadır. Birçok dini tema üzerinden sürdürülen bu paylaşımlar, insanların inançlarının zayıflamasına, din karşıtı düşüncelerin yayılmasına neden olmaktadır. Başkanlık, bu tür olumsuz paylaşımların etkilerini ortadan kaldırabilmek için uygun içerikler oluşturup sosyal medyada yayılımını sağlamalıdır. Dinî gruplar çoğunlukla toplumsal hayatın olağan seyri içerisinde meydana gelen oluşumlardır. Bu oluşumlar üzerinden yanlış ve maksatlı bir biçimde dinin olumsuz temsilinin zuhur etmemesi ve dinî inanç ve değerlerin istismar edilmemesi için söz konusu grupların şeffaf bir yapıya kavuşturulması ve denetime açık hale getirilmesi önem arz etmektedir. Yüce Allah, kudretinin bir delili olarak insanları farklı renk, dil ve ırklarda yaratmış ve bunu insanların tanışması ve kaynaşması için vesile kılmıştır. Bu itibarla gerek birey gerek millet bazında hiçbir üstünlük sebebi olmayan etnik kökeni üzerinden bir kesimi dışlamak veya ötekileştirmek asla kabul edilemez. Bu topraklarda tarih boyunca birlik, beraberlik ve dayanışma içinde kader birlikteliği yapmış olan vatandaşlarımızı ayrıştırmaya yönelik her türlü söylem reddedilmelidir. Arkalarında birtakım yeni dini akımlar bulunan, sağlıklı yaşam, iç huzuru, denge, kişisel gelişim, iş hayatında başarı gibi söylemlerle kendilerini kamufle eden, dinî ve millî kültürümüze yabancı yapılar hususunda toplumu aydınlatıcı çalışmalar yapılmalıdır. Sosyokültürel değişimin en fazla etkilediği alanlardan biri de ailedir. Her geçen gün evliliklerin ve aile başına düşen çocuk sayısının azalması, aile içi şiddet, boşanmış ve parçalanmış aileler gerçeği bunun en açık göstergesidir. Başkanlık, gerek yurt içi ve yurt dışı irşad faaliyetleriyle gerekse de yazılı ve görsel yayınlarla aile kurumunun güçlendirilmesine yönelik sağladığı katkıları artırmalıdır. Bu çerçevede her yıl yazılı ve görsel yayınlara dönük “Aile ve Değerler Ödülü” ihdas etmelidir. Aile, toplumun temel taşıdır. Bundan dolayı İslam; nesli, dolayısıyla aileyi, korunması zaruri olan beş unsurdan biri olarak saymıştır. Bu nedenle aileyi ve aile değerlerini tahrip eden her türlü anlayış, yönelim ve sapkın söylemler, değerlerine bağlı insanımız arasında hiçbir zaman makes bulamayacaktır.

Fahri SAĞLIK

Karesi Müftüsü

Yazının Devamı

SOSYO-KÜLTÜREL DEĞİŞİM VE DİYANET HİZMETLERİ

Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulunca 5 yılda bir gerçekleştirilen din şûrasının altıncısı 25-28 Kasım 2019 tarihlerinde Ankara’da gerçekleştirildi. Şûrası’nın açış konuşmasını yapan Diyanet İşleri Başkanı Erbaş, “6. Din Şûrası’nın ana konusunun ‘Sosyo-Kültürel Değişim ve Diyanet Hizmetleri’ olarak belirlenmesinin oldukça önemli olduğunu ifade etti. “Şûra boyunca bir taraftan hayatın pratikleri bağlamında günümüz insanına uygulanabilir davranış modeli ve imkânı sunmanın en ideal yollarını ararken, diğer yandan sağlıklı bir kişilik, toplum ve dünyanın inşası için neler yapabileceğimizi müzakere edeceğiz” dedi.

İslam’ın zamana ve mekâna göre değişmeyen, başta tevhid olmak üzere inanç ve ibadet esaslarına dair sabitelerinin, varoluşa, insana, hayata, çevreye dair evrensel ilkeleri ve ahlaki değerlerinin olduğunu ifade eden Başkan Erbaş, “Bununla birlikte İslam’ın son kitabı Kur’an-ı Kerim ve Allah’ın son elçisi Peygamber Efendimizin sünnetinin en temel özelliklerinden biri, bütün dönemleri kuşatacak şekilde gelişme ve yeniliklere açık olmasıdır. Bu sebeple bireysel ve toplumsal hayatın değişen ve gelişen ihtiyaçları karşısında hayata rehberlik etmek, ulemamız tarafından en mühim vazife telakki edilmiştir” diye konuştu.

“İslam’ın evrensel ilkelerinin farkında olarak toplumsal değişimin yasalarını doğru okumalıyız”

Yazının Devamı

24 KASIMIN ARDINDAN

Bilindiği üzere, Gazi Mustafa Kemal Atatürk, 24 Kasım 1928 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti hükümetince kendisine verilen “Millet Mektepleri Başöğretmenliği” unvanını kabul etmişti. Onun 100. doğum yılı olan 1981 yılından bu yana 24 Kasım “Öğretmenler Günü” olarak kutlanmaktadır.

Atatürk 1925 yılında öğretmenlere hitaben yaptığı bir konuşmasında “Eğitimdir ki bir milleti ya özgür, bağımsız, yüksek bir topluluk halinde yaşatır; ya da bir milleti esaret ve sefalete terk eder.” sözleriyle milli eğitim alanındaki temel hedefi açık seçik ifade etmiştir. Fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller yetiştirmek. Eğitim; vatandaşlarınızın hür ve bağımsız yaşama ülkülerini geliştirmeli, beyinlerini, gönüllerini, akıllarını başkalarının emrine ödünç verme, bize yabancı ideolojilerin, nefislerimizin, heva ve heveslerimizin esiri olunmasına imkân ve fırsat vermemelidir.

Adı üzerinde “ Milli Eğitim” diyoruz. Eğitimin milli olma özelliği geleceğimizin teminatıdır. Bu alan öyle her gelenin kafasına göre değiştireceği bir alan olmamalıdır. Akademik başarı elbette önemlidir ama amaç sadece salt akademik başarı ve ezici bir rekabet değildir.

Yazının Devamı

MODERNİTENİN KISKACINDA AİLE

Bir toplumun geleceğini tahmin etmek ‘değerler’ açısından aile yapısına bakmakla mümkündür. Değerlerin çoğu, kaynağı çok yüce olan bir güce dayanır ki, bundan dolayı bunlar “manevî değerler” diye anılır. Toplumumuzun %90’dan fazlası Müslüman olduğuna göre, bizde en üst kimlik din olup, en yüce değer ölçümüz de İslâmiyet’tir.

İşte bunun için yüce dinimizin aile yapımızdaki değerlere yüklediği anlamlar daima göz önünde bulundurmalı, bu değerler hakkında oluşturulabilecek anlam kaymalarına ( kavram kargaşası ) müsaade etmemeliyiz. Son yıllarda ilenin en önemli direği kadın ile ilgili çok önemli bir kavram kargaşası yaşıyoruz. Kadının statüsünü yükseltmek için ona bir sıfat eklendi. “ Güçlü Kadın” Bu sıfat kadın derneklerinin, kadınların dilinden hiç düşmüyor. “Güçlü Kadın” deyince ne kast ediliyor, tam olarak belli değil. Yazılan, çizilenlerden anlaşıldığı kadarıyla; üniversite eğitimi almış, çalışan, para kazanan, kariyer yapan, mevki makam sahibi kadınlar kast ediliyor. “Güçlü Kadın Güçlü Türkiye” Sloganı kulağa hoş geliyor da bununla neyin kastedildiği sorusu karşısında herkes topu biribirine atıyor. “Kadınlar kalkınmanın öznesi olacak” bile denildi. Peki kadınlar kalkınmanın öznesi olunca ailenin neyi olacak? Bu konuyu düşünen yok.

Kadının anneliğinden, eş rolünden, toplumu inşa rolünden bahsedilmiyor. “Güçlü kadın, mutlu kadın” gibi bir algı oluşturulmaya çalışılıyor. Oysa mutluluk için sadece “güçlü” olmak yetmiyor. Tam aksi bazen mutsuzluk sebebi bile olabiliyor. Günümüzde stres, depresyon, yalnızlık güçlü diye tanımlanan kadınların en büyük problemleri değil mi? “Güçlü kadın” deyip omuzlarına ağır yükler yükleniyor. Evin sorumlulukları, iş hayatı, aile bireylerinin beklentileri derken bu ağır yüklerin altında ezilen kadın, bu yükleri taşımakta zorlanınca bazılarından kurtulmak zorunda kaldığında çoğunlukla evlilikten, annelik rolünden vazgeçmeyi tercih ediyor. Bir de şu var ki; “güçlü olmazsan erkek seni ezer” diye kadın ve erkeği birbirine düşman edecek söylemler kadınların bilinçaltına işleniyor. Bu kez kadın ortada ezen bir koca olmadığı halde normal bir davranışı bile kötüye yorumlayıp ezilme korkusuyla ezmeyi tercih ediyor. Kadınların pek çoğu ezilme korkusuyla yaşıyor. Konumuzun daha iyi anlaşılması için yurtdışından bir örnek vermek istiyorum. Toyota Otomotiv firması sahibi ailenin en önemli isimlerinden Eiji Toyoda’nın eşi Bayan Toyoda ile yapılan mülâkatın bir bölümü şöyledir:

Yazının Devamı

AİLE İLİŞKİLERİNDE HZ. PEYGAMBER’İN ÖRNEKLİĞİ

Kültürümüzde ‘Allah’ın emriyle ve peygamberin kavliyle’ ilkesiyle temeli atılan aile yuvalarının sağlam temeller üzerinde huzurlu bir şekilde devam edebilmesi, ancak Allah ve peygamberinin bu konudaki tavsiyelerine uymakla mümkün olur. Bu konuda Yüce Allah’ın evrensel emirleri, Hz. Peygamber’in hayatında pratiğe dönüşmüş ve bizler için canlı modeller oluşturmuştur. Bu yüzden onu anlamak ve tanımak borcundayız. İşte bu yazımda Hz. Peygamber’in aile hayatındaki örnekliğinden kesitler sunmaya, onun akrabalarıyla ilişkilerine kısaca değineceğim. 1- Akrabalık İlişkilerinde Hz. Peygamber Peygamberimiz davetine önce kendi ailesinden başlamış, eşi Hz. Hatice ona ilk iman edenler arasında yer almıştır. O, akrabalarına son derece düşkündü, onların diğer problemleriyle ilgilendiği gibi, onların dinî yaşantılarıyla da çok yakından ilgileniyordu. Hiç bir zaman onlarla ilişkiyi kesmedi. Akrabaları zaman zaman ziyaret etmeyi tavsiye etti, kendisi de yakınlarını sık sık ziyaret etti. 2- Aile Hayatında Hz. Peygamber Hz. Peygamber, doğmadan önce babasını ve küçük yaşta da annesini kaybetmiş olmasına rağmen, anne babasını ve yetişmesine katkısı olan diğer yakınlarını hiçbir zaman unutmamış, onları hep hayırla yâd etmiştir. Hz. Peygamber, eşlerine, çocuklarına, torunlarına ve onların yakınlarına karşı sergilediği tutumuyla en güzel örnektir. O, bu konudaki sorumluluklarını hakkıyla yerine getirmiş ve ümmetine de bu konuda çok önemli tavsiyelerde bulunmuştur. Aile bireylerine sorumluluklarını hatırlatırken o şöyle diyordu: “Hepiniz yöneticisiniz ve hepiniz yönettiklerinizden sorumlusunuz. Kişi, ailesinin yöneticisidir ve onlardan sorumludur. Kadın, eşinin evinin yöneticisidir ve ondan sorumludur.”, “Elbette Yüce Allah, her yöneticiye yönettiğinden soracaktır. Onların haklarını koruyup korumadığından soracaktır. Kişiye de ailesinden soracaktır.” Bu anlamlı sözleriyle o, aile bireylerinin hepsine sorumluluklar yüklüyor ve mutlu bir aile yuvasının kurulmasında her bireyin rol ve sorumluluğuna dikkat çekiyordu. Doğmadan önce babasını kaybeden Peygamberimiz, altı yaşlarında iken Ebvâ denilen yerde annesi Âmine’yi kaybetmiştir. O, sütannesinin yanında geçirdiği seneler çıkarıldığında bu sürenin birkaç senesini annesi ile birlikte geçirmiştir. Onun anne ve babaya verdiği değeri şu davranışında açıkça görüyoruz. Peygamberimiz, Hudeybiye’ye giderken Ebvâ köyüne uğramış, annesinin kabrini ziyaret etmiş, kabrini eliyle düzeltip ağlamıştı. Niçin ağladığını soranlara da şöyle cevap vermiştir: “Merhamet duygusu beni duygulandırdı da onun için ağladım.” Yıllar sonra küçük yaşta kaybettiği annesinin kabrini ziyaretinde anne hasreti ile dopdolu, vefalı bir evlat ve duygulu bir insan olduğunu görmekteyiz. O, anne baba hakkı konusunda uyarıcı pek çok söz söylemiştir. 3- Sütannesi ve Hz. Peygamber Doğumunda kendisini ilk olarak emziren Ebû Leheb’in cariyesi Süveybe’yi hiç unutmadı, Mekke’de iken onu ziyaret eder ve ona ikramlarda bulunurdu. Hicret edince Medine’den ona giyecek gönderirdi. Mekke fethinde onun oğlunun durumunu sorup araştırdı, onun da annesinden önce vefat ettiğini öğrenince üzüldü. Sütannesi Halime Hatun’u gördükçe, “Ümmü Eymen, ehl-i beytimin hatırası!” “Benim annem, annemden sonraki annem” der, kendisine içten sevgi ve saygı gösterir, omuz atkısını serip üzerine oturtur, bir dileği varsa hemen yerine getirirdi. Hz. Hatice ile evlendiğinde, Halime Mekke’ye gelmiş, Peygamberimiz onu ağırlayıp kırk koyun ve bir deve hediye etmişti. 4- Sütkardeşi ve Hz. Peygamber H. 8. yılda yapılan Huneyn savaşında esir düşen sütkardeşi Hz. Şeyma’yı elbisesinin üzerine oturtmuş ve ‘hoş geldin’ diyerek iltifat etmiş, gözleri dolu dolu olmuş, ona sütanne ve sütbabasını sormuş, onların ölmüş olduklarını öğrenince Şeyma’ya şunları önermiştir: “İstersen yanımda otur, istersen yararlanacağın mallar verip seni kavmine döndüreyim.” Şeyma ikinci teklifi kabul etmiş ve Müslüman olarak kavmine dönmüştür.

5- Eş Olarak Hz. Peygamber Hz. Peygamber bu konu ile ilgili uyarılarından birkaçı şöyledir: “Sizin en hayırlınız, ailesine karşı iyi davrananınızdır. Ben aileme karşı en iyi davrananızım.”, “Müminlerin iman bakımından en mükemmeli ahlaki bakımdan en güzel olanı ve ailesine şefkat ve merhametle davranandır.”, “Kadınlara karşı hep hayır tavsiye edin. Zira onlar sizin yanınızda birer emanettir.”, “Eşlerinize yediğinizden yedirin, giydiğinizden giydirin, sakın onlara el kaldırmayın ve onları incitecek çirkin sözler söylemeyin.” O, Yüce Allah’ın “Eşlerinizle en güzel bir biçimde geçinin…” emrini en güzel bir biçimde uygulamıştır. O, eşleriyle güzel geçinmiş, onlara her konuda yardımcı olmuş, ev işlerinde onlara ortak olmuş, onları hayatlarında ve vefatlarında her zaman hayırla anmıştır. O, “Ey Aişe, bu gece bana, Rabbime ibadet için izin verir misin?” (Nisa, 19) diyerek nafile ibadet için eşlerinden izin isteyecek kadar ince bir ruha sahiptir. İlk eşi Hz. Hatice hakkında şöyle buyurmuştur: “ Hatice, dünyadaki kadınların en hayırlısıdır…” Bir koyun kestiğinde bir kısmını Hz. Hatice’nin yakınlarına gönderirdi. Hz. Aişe “Peygamber’in hanımlarından hiçbirini Hz. Hatice kadar kıskanmadım.” diyerek, Peygamberimizin Hz. Hatice’ye olan vefasını dile getirmiştir. 6- Çocukları ve Hz. Peygamber Hz. Peygamber, genel olarak çocukları sever, onlara selam verir, onlarla ilgilenir, onlara değer verir, onlara dua ederdi. Şu birkaç örnek onun tüm çocuklara olan ilgi ve sevgisini anlatmaya yeter: Oğlu İbrahim’in ölümüne ağlamış ve bunun sebebini şöyle açıklamıştır: “Bu bir merhamet göstergesidir. Gözümüz yaşarır, gönlümüz mahzun olur. Ama asla Rabbimizi razı etmeyecek söz söylemeyiz. Ey İbrahim, senin ayrılığın gerçekten bizleri mahzun etti.” Torunları Hasan ve Hüseyin hakkında şöyle buyurmuştur: “Allahım! ben o ikisini seviyorum, Sen de sev, onları seveni de sev.”, “Hasan ve Hüseyin’i seven beni sevmiş, onlara kin tutan bana kin tutmuş olur.”, “Onlar benim dünyada öpüp kokladığım iki reyhanımdır.”, “Ey ehlibeyt! Allah sizden sadece günahı gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor” (Ahzab, 33) ayeti inince Peygamberimiz, Hz. Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin’i elbisesiyle bürüyüp şöyle buyurmuştur: “Allahım!, bunlar benim ehlibeytimdir. Bunlardan günah kirini gider ve bunları tertemiz yap.” Çocuklarına ve torunlarına atalarının isimlerini (Abdullah, İbrahim, Fatıma) koymuş, onları en güzel şekilde yetiştirmiş, onlarla her zaman özel ilgilenmiş, onlara dua etmiştir. Yıllarca Hz. Muhammed’in hizmetinde bulunan Enes b. Malik, “Ben ev halkına Hz. Peygamberden daha şefkatli olan birini görmedim” der. Namaz kılarken torunlarından biri sırtına çıkmış, bu yüzden namazı biraz uzatmıştı. Bir defasında namazını kısa tutmuş ve sebebinin soranlara “Bir çocuk ağlaması duydum ve annesi üzülmesin diye namazı kısa tuttum.” buyurmuştur. O, her zaman çocukları kucağına almış öpüp okşamıştır. On tane çocuğu olduğu halde hiç birisini alıp öpmediğini söyleyen bir adama, “Merhamet etmeyene merhamet edilmez. Allah kalbinden merhameti söküp almışsa ben ne yapabilirim!”, “Çocuğu olan çocuklaşsın” Çocuklarla ilgilendiği gibi gençlerle de özellikle ilgilenmiş, onları ciddiye almış, onlara değer vermiştir. Hz. Muhammed’in peygamber olmadan önceki hayatı da, sonraki hayatı da dün olduğu gibi, bugün de insanlığı aydınlatacak güzelliklerle doludur. Akraba ilişkilerinde en güzel, içten ve canlı örnekleri Hz. Peygamber’in hayatında bulmaktayız. O diğer bütün insanlara olduğu gibi, kan bağı ve evlilik bağlarıyla oluşan akrabalarına da gereken ilgi, sevgi ve saygıyı her zaman göstermiştir. Onların maddi ve manevi yönleriyle ilgilenmiş, onlara yardım etmiştir. Hayatlarında olduğu gibi, ölümlerinden sonra da yakınlarını dua ve hayırla anarak en güzel vefa örneğini sunmuştur. O, vefalı bir eş, mütevazı ve sevecen bir baba idi. Narin bir dede ve örnek bir akraba olarak bizlere ışık tutmaya devam etmektedir. Fahri SAĞLIK Karesi Müftüsü

Yazının Devamı

AİLE İLİŞKİLERİNDE HZ. PEYGAMBER’İN ÖRNEKLİĞİ

Kültürümüzde ‘Allah’ın emriyle ve peygamberin kavliyle’ ilkesiyle temeli atılan aile yuvalarının sağlam temeller üzerinde huzurlu bir şekilde devam edebilmesi, ancak Allah ve peygamberinin bu konudaki tavsiyelerine uymakla mümkün olur. Bu konuda Yüce Allah’ın evrensel emirleri, Hz. Peygamber’in hayatında pratiğe dönüşmüş ve bizler için canlı modeller oluşturmuştur. Bu yüzden onu anlamak ve tanımak borcundayız. İşte bu yazımda Hz. Peygamber’in aile hayatındaki örnekliğinden kesitler sunmaya, onun akrabalarıyla ilişkilerine kısaca değineceğim. 1- Akrabalık İlişkilerinde Hz. Peygamber Peygamberimiz davetine önce kendi ailesinden başlamış, eşi Hz. Hatice ona ilk iman edenler arasında yer almıştır. O, akrabalarına son derece düşkündü, onların diğer problemleriyle ilgilendiği gibi, onların dinî yaşantılarıyla da çok yakından ilgileniyordu. Hiç bir zaman onlarla ilişkiyi kesmedi. Akrabaları zaman zaman ziyaret etmeyi tavsiye etti, kendisi de yakınlarını sık sık ziyaret etti. 2- Aile Hayatında Hz. Peygamber Hz. Peygamber, doğmadan önce babasını ve küçük yaşta da annesini kaybetmiş olmasına rağmen, anne babasını ve yetişmesine katkısı olan diğer yakınlarını hiçbir zaman unutmamış, onları hep hayırla yâd etmiştir. Hz. Peygamber, eşlerine, çocuklarına, torunlarına ve onların yakınlarına karşı sergilediği tutumuyla en güzel örnektir. O, bu konudaki sorumluluklarını hakkıyla yerine getirmiş ve ümmetine de bu konuda çok önemli tavsiyelerde bulunmuştur. Aile bireylerine sorumluluklarını hatırlatırken o şöyle diyordu: “Hepiniz yöneticisiniz ve hepiniz yönettiklerinizden sorumlusunuz. Kişi, ailesinin yöneticisidir ve onlardan sorumludur. Kadın, eşinin evinin yöneticisidir ve ondan sorumludur.”, “Elbette Yüce Allah, her yöneticiye yönettiğinden soracaktır. Onların haklarını koruyup korumadığından soracaktır. Kişiye de ailesinden soracaktır.” Bu anlamlı sözleriyle o, aile bireylerinin hepsine sorumluluklar yüklüyor ve mutlu bir aile yuvasının kurulmasında her bireyin rol ve sorumluluğuna dikkat çekiyordu. Doğmadan önce babasını kaybeden Peygamberimiz, altı yaşlarında iken Ebvâ denilen yerde annesi Âmine’yi kaybetmiştir. O, sütannesinin yanında geçirdiği seneler çıkarıldığında bu sürenin birkaç senesini annesi ile birlikte geçirmiştir. Onun anne ve babaya verdiği değeri şu davranışında açıkça görüyoruz. Peygamberimiz, Hudeybiye’ye giderken Ebvâ köyüne uğramış, annesinin kabrini ziyaret etmiş, kabrini eliyle düzeltip ağlamıştı. Niçin ağladığını soranlara da şöyle cevap vermiştir: “Merhamet duygusu beni duygulandırdı da onun için ağladım.” Yıllar sonra küçük yaşta kaybettiği annesinin kabrini ziyaretinde anne hasreti ile dopdolu, vefalı bir evlat ve duygulu bir insan olduğunu görmekteyiz. O, anne baba hakkı konusunda uyarıcı pek çok söz söylemiştir. 3- Sütannesi ve Hz. Peygamber Doğumunda kendisini ilk olarak emziren Ebû Leheb’in cariyesi Süveybe’yi hiç unutmadı, Mekke’de iken onu ziyaret eder ve ona ikramlarda bulunurdu. Hicret edince Medine’den ona giyecek gönderirdi. Mekke fethinde onun oğlunun durumunu sorup araştırdı, onun da annesinden önce vefat ettiğini öğrenince üzüldü. Sütannesi Halime Hatun’u gördükçe, “Ümmü Eymen, ehl-i beytimin hatırası!” “Benim annem, annemden sonraki annem” der, kendisine içten sevgi ve saygı gösterir, omuz atkısını serip üzerine oturtur, bir dileği varsa hemen yerine getirirdi. Hz. Hatice ile evlendiğinde, Halime Mekke’ye gelmiş, Peygamberimiz onu ağırlayıp kırk koyun ve bir deve hediye etmişti. 4- Sütkardeşi ve Hz. Peygamber H. 8. yılda yapılan Huneyn savaşında esir düşen sütkardeşi Hz. Şeyma’yı elbisesinin üzerine oturtmuş ve ‘hoş geldin’ diyerek iltifat etmiş, gözleri dolu dolu olmuş, ona sütanne ve sütbabasını sormuş, onların ölmüş olduklarını öğrenince Şeyma’ya şunları önermiştir: “İstersen yanımda otur, istersen yararlanacağın mallar verip seni kavmine döndüreyim.” Şeyma ikinci teklifi kabul etmiş ve Müslüman olarak kavmine dönmüştür.

5- Eş Olarak Hz. Peygamber Hz. Peygamber bu konu ile ilgili uyarılarından birkaçı şöyledir: “Sizin en hayırlınız, ailesine karşı iyi davrananınızdır. Ben aileme karşı en iyi davrananızım.”, “Müminlerin iman bakımından en mükemmeli ahlaki bakımdan en güzel olanı ve ailesine şefkat ve merhametle davranandır.”, “Kadınlara karşı hep hayır tavsiye edin. Zira onlar sizin yanınızda birer emanettir.”, “Eşlerinize yediğinizden yedirin, giydiğinizden giydirin, sakın onlara el kaldırmayın ve onları incitecek çirkin sözler söylemeyin.” O, Yüce Allah’ın “Eşlerinizle en güzel bir biçimde geçinin…” emrini en güzel bir biçimde uygulamıştır. O, eşleriyle güzel geçinmiş, onlara her konuda yardımcı olmuş, ev işlerinde onlara ortak olmuş, onları hayatlarında ve vefatlarında her zaman hayırla anmıştır. O, “Ey Aişe, bu gece bana, Rabbime ibadet için izin verir misin?” (Nisa, 19) diyerek nafile ibadet için eşlerinden izin isteyecek kadar ince bir ruha sahiptir. İlk eşi Hz. Hatice hakkında şöyle buyurmuştur: “ Hatice, dünyadaki kadınların en hayırlısıdır…” Bir koyun kestiğinde bir kısmını Hz. Hatice’nin yakınlarına gönderirdi. Hz. Aişe “Peygamber’in hanımlarından hiçbirini Hz. Hatice kadar kıskanmadım.” diyerek, Peygamberimizin Hz. Hatice’ye olan vefasını dile getirmiştir. 6- Çocukları ve Hz. Peygamber Hz. Peygamber, genel olarak çocukları sever, onlara selam verir, onlarla ilgilenir, onlara değer verir, onlara dua ederdi. Şu birkaç örnek onun tüm çocuklara olan ilgi ve sevgisini anlatmaya yeter: Oğlu İbrahim’in ölümüne ağlamış ve bunun sebebini şöyle açıklamıştır: “Bu bir merhamet göstergesidir. Gözümüz yaşarır, gönlümüz mahzun olur. Ama asla Rabbimizi razı etmeyecek söz söylemeyiz. Ey İbrahim, senin ayrılığın gerçekten bizleri mahzun etti.” Torunları Hasan ve Hüseyin hakkında şöyle buyurmuştur: “Allahım! ben o ikisini seviyorum, Sen de sev, onları seveni de sev.”, “Hasan ve Hüseyin’i seven beni sevmiş, onlara kin tutan bana kin tutmuş olur.”, “Onlar benim dünyada öpüp kokladığım iki reyhanımdır.”, “Ey ehlibeyt! Allah sizden sadece günahı gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor” (Ahzab, 33) ayeti inince Peygamberimiz, Hz. Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin’i elbisesiyle bürüyüp şöyle buyurmuştur: “Allahım!, bunlar benim ehlibeytimdir. Bunlardan günah kirini gider ve bunları tertemiz yap.” Çocuklarına ve torunlarına atalarının isimlerini (Abdullah, İbrahim, Fatıma) koymuş, onları en güzel şekilde yetiştirmiş, onlarla her zaman özel ilgilenmiş, onlara dua etmiştir. Yıllarca Hz. Muhammed’in hizmetinde bulunan Enes b. Malik, “Ben ev halkına Hz. Peygamberden daha şefkatli olan birini görmedim” der. Namaz kılarken torunlarından biri sırtına çıkmış, bu yüzden namazı biraz uzatmıştı. Bir defasında namazını kısa tutmuş ve sebebinin soranlara “Bir çocuk ağlaması duydum ve annesi üzülmesin diye namazı kısa tuttum.” buyurmuştur. O, her zaman çocukları kucağına almış öpüp okşamıştır. On tane çocuğu olduğu halde hiç birisini alıp öpmediğini söyleyen bir adama, “Merhamet etmeyene merhamet edilmez. Allah kalbinden merhameti söküp almışsa ben ne yapabilirim!”, “Çocuğu olan çocuklaşsın” Çocuklarla ilgilendiği gibi gençlerle de özellikle ilgilenmiş, onları ciddiye almış, onlara değer vermiştir. Hz. Muhammed’in peygamber olmadan önceki hayatı da, sonraki hayatı da dün olduğu gibi, bugün de insanlığı aydınlatacak güzelliklerle doludur. Akraba ilişkilerinde en güzel, içten ve canlı örnekleri Hz. Peygamber’in hayatında bulmaktayız. O diğer bütün insanlara olduğu gibi, kan bağı ve evlilik bağlarıyla oluşan akrabalarına da gereken ilgi, sevgi ve saygıyı her zaman göstermiştir. Onların maddi ve manevi yönleriyle ilgilenmiş, onlara yardım etmiştir. Hayatlarında olduğu gibi, ölümlerinden sonra da yakınlarını dua ve hayırla anarak en güzel vefa örneğini sunmuştur. O, vefalı bir eş, mütevazı ve sevecen bir baba idi. Narin bir dede ve örnek bir akraba olarak bizlere ışık tutmaya devam etmektedir. Fahri SAĞLIK Karesi Müftüsü

Yazının Devamı

MEVLİD KANDİLİ

08 Kasım 2019 Cuma Günü sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa’nın (s.a.s.) yeryüzünü teşriflerinin yıldönümüdür. O, Yüce Allah’ın insanlığa gönderdiği son peygamber ve bütün insanlığın rehberidir. Onun gelişiyle insanlık başta inanç ve ahlaki yozlaşmalar konularında bireysel ve toplumsal düzeyde pek çok değişim ve gelişime şahit olmuştur. Bu gelişimlerin en önemli ayaklarından birisi de kız çocukları ile kadının aile ve toplumda sahip olması gereken konumlarının, insan olmanın onuruna yakışır bir seviyeye yükseltilmesidir.

Ailenin iki temel direğinden biri olan kadının ( küçükken kız çocuğu ) yeri ile aile kurumunun önemini toplumumuza bir kez daha hatırlatmak için Diyanet İşleri Başkanlığımız 2019 yılı “Mevlid-i Nebi Haftası” temasını “Peygamberimiz ve Aile” olarak belirlemiştir. Hafta boyunca yurt içi ve yurt dışında gerçekleştirilecek çeşitli etkinliklerle Hz. Peygamber’in örnekliği çerçevesinde aile konusuna dikkat çekilecek, toplumsal bir duyarlılık ve bilinç oluşmasına katkı sağlanacaktır. Sevgili Peygamberimizin örnek hayatı ve ahlakının yanı sıra onun aile hayatına ilişkin getirdiği değerleri yakından tanıma fırsatı sunulacaktır. Aile kurumunun önemine bir kez daha güçlü bir şekilde vurgu yapılacak, günümüzde aile kurumunun yaşadığı ve gelecekte yaşaması muhtemel sorunlara Kur’an ve sünnet ışığında çözümler önerilmeye çalışılacaktır.

Konuyu bir bütün olarak daha iyi anlayabilmemiz için peygamberimizin dünyayı şereflendirmelerinden önceki dönemde ( cahiliye dönemi ) genelde insanlığın, özelde Arap yarımadası insanlarının kız çocukları ile kadınlara bakış açılarını hatırlatmak istiyorum.

Yazının Devamı

CUMHURİYET COŞKUSU

29 Ekim Salı günü Cumhuriyetin 96. yılını büyük bir coşku ile kutladık. Cumhuriyet yanmış yıkılmış pek çok kişinin her şey bittiği dediği günlerdeki kahramanların hürriyet, bağımsızlık ve mukaddesatına sarsılmaz bir inancın ürünüdür. Çoğumuz “Cumhuriyet fazilettir.” Sözünü hatırlarız. Oysa bu sözün devamında “ Cumhuriyet fazilettir. Cumhuriyet yönetimi faziletli ve namuslu insanlar yetiştirir.” denilmektedir. Aslında bu Mustafa Kemal Atatürk’ün vasiyetlerinden biridir. Atatürk Cumhuriyet’le faziletli insanlar, faziletli bir toplum inşa etmeyi hedeflemişti.

Arapça bir kelime olan “fazilet” sözcüğü dürüstlük, merhamet, alçak gönüllülük, yiğitlik, sadâkat, adâlet, kerem, ihsan, kıymet, değer ve üstünlük gibi ahlâkî meziyetlerin hepsine birden verilen isim, erdem, erdemlilik, olgunluk demektir. Faziletli ise; Fazilet sâhibi, erdemli insan anlamlarında kullanılır. Namus kavramı ise; toplum içinde onur ve ahlak kurallarına sıkı sıkıya bağlılık, doğruluk, dürüstlük, erdemlilik, ahlaklılık demektir.

Yurdumuzun her yerinde olduğu gibi ilimizde de Cumhuriyetin ilanının yıldönümü coşku ile kutlandı. Aslında bu milletin kendi kendisini kutlamasıdır. Cumhuriyet faziletli ve namuslu insanlar tarafından kuruldu. Onun için Gazi Mustafa Kemal Atatürk Cumhuriyeti, faziletli ve namuslu insanlar yetiştiren bir sistem olarak tanımladı ve bu insanları yetiştirmeyi idealleri arasına aldı. Atatürk’ün bu idealini gerçekleştirmek hepimizin asli görevidir. Bunu yapabilmenin yolu, milli ve manevi değerlerimize sahip çıkıp onları yaşam biçimi haline getirebilmekten geçiyor. Millet olabilmenin gereklerine sahip çıkmaktan geçiyor. Kader birliğinin farkına varabilmekten geçiyor. Atatürk’ün 1927 yılında “Gençliğe Hitabesinde” söylediği değerleri içten benimsemiş bir gençlik yetiştirmekten geçiyor. Ne deniyordu o hitabede;

Yazının Devamı

AİLE KURMAK VE AİLE OLMAK

Diyanet İşleri Başkanlığımız 2019 yılı Mevlid-i Nebi Haftası temasını “Peygamberimiz ve Aile” olarak belirlemiştir. Hafta boyunca yurt içi ve yurt dışında gerçekleştirilecek çeşitli etkinliklerle Hz. Peygamber’in örnekliği çerçevesinde aile konusuna dikkat çekilecek, toplumsal bir duyarlılık ve bilinç oluşmasına katkı sağlanacaktır. Sevgili Peygamberimizin örnek hayatı ve ahlakının yanı sıra onun aile hayatına ilişkin getirdiği değerleri yakından tanıma fırsatı sunulacaktır. Aile kurumunun önemine bir kez daha güçlü bir şekilde vurgu yapılacak, günümüzde aile kurumunun yaşadığı ve gelecekte yaşaması muhtemel sorunlara Kur’an ve sünnet ışığında çözümler getirilmeye çalışılacaktır. Bu haftadan itibaren dört hafta enine boyuna bu konu üzerinde sizleri bilgilendirmeye gayret edeceğim.

İnsan aile ortamında huzur bulur. Neslin devamı bu kurumla sağlanır. Aile pek çok kötülüklere karşı kalkandır. Peygamberimiz buyuruyor ki: “ Ey gençler topluluğu! İçinizden evlenmeye gücü yeten evlensin. Zira evlenmek gözleri (haramdan) daha çok korur ve zinadan daha çok muhafaza eder. Gücü yetmeyen kimse ise oruç tutsun. Çünkü orucun şehveti kıran bir özelliği vardır.”, “Kul evlendiği vakit dininin yarısını tamamlamış olur. Artık geri kalan yarısında da Allah’a karşı gelmekten kaçınsın.”, “Dünya bir meta’dır (geçimliktir), en hayırlı meta’ ise saliha (iyi) bir kadındır.” buyurmuştur.

Aile, karşılıklı haklar ve sorumlulukların idrakinde olunmakla huzur ve sükun kaynağı olur. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de: “Erkeklerin kadınlar üzerindeki hakları gibi kadınların da erkekler üzerinde bir takım iyi davranışa dayalı hakları vardır.’’ buyurulmuştur.

Yazının Devamı

KUR’ANIN DİLİNDEN FETHİ ANLAMAK

Fetih Suresi, konu itibariyle İslâm tarihi açısından dönüm noktası diyebileceğimiz çok önemli bir olaydan bahsetmektedir. Bu olay Hicrî 6. yılı Zilkâde ayında Mekke müşrikleri ile yapılan “Hudeybiye Antlaşmasıdır.” Yüce Allah Hz. Muhammed’in Mekke’li müşriklerle yaptığı bu anlaşmayı, birinci ayette “Fethan mubînâ ( apaçık bir fetih )” olarak nitelendirmiş ve bu yüzden burada yer alan “fetih” kelimesi sureye isim olmuştur. Bu sure Müslümanlara, yenilgi zannettikleri bu barışın gerçekte büyük bir fetih (zafer) olduğunu bildirmektedir. Sure nazil olduktan sonra Hz. Muhammed (s.a.v) Müslümanları toplayarak onlara şöyle buyurdu: “Bugün bana dünyadan ve dünyadaki her şeyden daha kıymetli bir şey nazil olmuştur.” Daha sonra bu sureyi okudu ve özellikle Hz. Ömer’i çağırarak ona dinletti. Çünkü Hz. Ömer antlaşmanın bazı hükümlerine herkesten daha çok üzülmüştü. Bu esnada konuyu iyi kavrayamayan bir Sahabe arkadaşlarına: “Bu nasıl bir fetihtir? Kabe’yi ziyaret etmemiz yasaklandı. Kurbanlık develerimiz daha ileri gidemedi. Allah’ın Resulü Hudeybiye’de durmak zorunda kaldı ve bu barış yüzünden iki mazlum kardeşimiz (Ebu Cendel ve Ebu Basir) zalimlerin eline terk edildi.” diyerek hala üzüntüsünün geçmediğini dile getirdi. Bu sözler Peygamber’e (s.a.v) ulaşınca şöyle buyurdu: “Çok yanlış söz söylenmiştir. Bu, gerçekte çok büyük bir zafer ve fetihtir, siz müşriklerin yurtlarına kadar ilerlediniz, onlar da gelecek yıl umre yapmanız konusunda söz vererek sizi geri dönmeye razı ettiler. Onlar savaşa son vermeyi ve barış yapmayı kendiliklerinden istediler. Halbuki onların kalplerinin size karşı ne kadar kinle dolu olduğunu biliyorsunuz. Allah sizi onlara üstün kılmıştır ve galibiyet lütfetmiştir. Uhut savaşında ben arkanızdan bağırıyordum. O günü unuttunuz mu? Hendek Savaşı’nda her taraftan düşmanın korkunç bir manzara ile saldırıya geçtiği günü unuttunuz mu?” Abdullah bin Mes’ud’dan konumuz ile ilgili şöyle bir söz nakledilmiştir. “İnsanlar, Mekke’nin fethine zaferdir diyorlar, halbuki biz asıl zafer olarak Hudeybiye barışını kabul ediyoruz” Fetih Suresi Hudeybiye Antlaşmasının ilk bakışta Müslümanların aleyhinde gibi gözüken şartlarla imzalanmasının ardından Müslümanların kırık kalplerini onarmak, onlara geleceğe dönük müjdeler vermek ve fetih kavramını Müslümanların zihinlerine yerleştirmek için indirilmiştir. Yüce Allah’ın müjdelerini işiten Müslümanların kalpleri yatışmış, çok geçmeden de bu sulhun faydaları birer birer ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu faydaları şöyle özetleyebiliriz: 1- Her şeyden önce Medine İslam Devleti’nin varlığı düşmanları tarafından resmen kabul edilmiştir. 2- Bu antlaşmadan sonra Hayber fethedilmiştir. 3- Mekkeli müşriklerle savaş ihtimali on yıl süre ile geçici olarak kalktığı için iki taraf halkı birbirine gidip gelmişler, görüşmüşler, İslâm hakkında bilgi alışverişi yapılmış olması sonucu birçok müşrik ihtida etmiş, İslâm ile müşerref olmuştur. 4- İki yıl sonra Müslümanlar Mekke’yi kolayca fethetmişlerdir. 5- Daha önceleri Müslümanları muhatap kabul etmeyen ve çözümü savaşta arayan müşrikler ilk defa acziyetlerini kabul ederek Müslümanlardan güvenlik talep etmişler, Müslümanların o yıl yapmak istedikleri umre ibadetini bir yıl sonra gelip yapmalarını kabul etmişlerdir. 6- Hz. Peygamber, barış ve güvenlik antlaşmasının tarafı haline gelmiş, böylece müşrikler tarafından suçluluk hükmü kaldırılmıştır. 7- En büyük nimet ve dosdoğru yol olan İslâm dini sulh ortamında yayılma imkânı bulmuştur. Fetih suresinin başındaki fetihten maksat âlimlerimizin çoğunluğuna göre Mekke’nin fethi değil, bu fethin de yolunu açan Hudeybiye Antlaşmasıdır. Bir barış antlaşması fetih olarak nasıl değerlendirilebilir? İyi anlaşılması, üzerinde durulması gereken temel nokta bence budur. Fetih; Arapçada “ açma, yol gösterme, hüküm verme, galibiyet ve zafere ulaştırma” anlamlarında kullanılır. Terim olarak ise; İslâm’ın meşru gördüğü maksat ve usuller çerçevesinde Müslümanların gayrimüslimlerden gerçekleştirdikleri toprak kazanımlarını tarihte ve günümüzde bilinen diğer işgal ve sömürü savaşlarından ayırmak amacıyla kullanılmıştır. İşte bu açıdan fetih kesinlikle bir işgal değildir. Amaç yalnızca “ îlâ-yı kelimetullah ( Allah’ın mesajını yaymak )”tır. Kur’an-ı Kerimde fetih kavramı sözlük anlamının yanında kalbi ve aklı İslam gerçeğine açmak, İslam mesajının önündeki engelleri kaldırmak, insanın kalbine ve aklına ulaşmayı mümkün kılacak ortamı hazırlamak anlamlarında kullanıldığı görülür. Medine’nin savaşsız fethedilmesi ve İslam’a kazandırılması hakkında Resulullah’ın, “Ülkeler ve şehirler zorla alınır; Medine ise Kur’an ile fethedilmiştir” dediği kaydedilir. Bu konunun delili Fetih suresinin “Şüphesiz biz sana apaçık bir fetih verdik” mealindeki ilk ayetidir. Çünkü bu ayet ve daha sonra gelen ayetler askeri bir zaferin değil Mekkelilerle yapılan Hudeybiye Antlaşmasının arkasından inmiştir.

2. bölüm

Hz. Muhammed insanların Allahın davetine en çok barış ortamında kulak vereceğini bildiği için Mekkelilerin önerilerini kabul etmişti. Nitekim vahiy onun bu görüşünü desteklemiş ve Hudeybiye Antlaşması’nı “feth-i mübin” (apaçık bir fetih) olarak nitelendirmiştir. Kur’an’ı Kerimde bazı ayet-i kerimelerde fetih terimin hüküm ve kaza anlamında da kullanılmış olması dikkat çeker. (es-Secde 32/28-29); A’raf Suresi 89. Ayet-i kerimesinde “fatihin” “hükmedenler” anlamını taşımaktadır. Fetih suresinin 18 ve 27. ayetlerindeki “fethan kariben” (yakın fetih) ibaresi Hudeybiye Antlaşması’ndan sonraki Hayber’in fethine, Nasr suresinin 1 ve Hadid suresinin 10. ayetlerindeki “el-feth” kelimesi ise Mekke’nin fethine işaret etmektedir. Böylece Kur’an-ı Kerim’de fethin hem cihatla hem de davet ve tebliğ yoluyla gerçekleştirilebileceğine işaret edilmiştir. İslamiyet, cihat ve onun tabii sonucu olan fetihlerle Müslümanların hâkimiyetine geçen ülkelerin halkının İslam dinini kabul etmeye zorlanmasını doğru bulmaz. Bu husus Kur’an ayetleriyle sabittir. “Dinde zorlama yoktur” (el-Bakara 2/256; ayrıca bk. Yunus 10/99; el-Kehf 18/29) Müslümanlar insanları tevhit inancına davet etmişler ve bu uğurda büyük gayret göstermişlerdir. Ancak kimseyi zorlamamışlardır. Hemen her yerdeki fetihleri kitleler halinde İslam’a katılmalar takip etmiştir. Ama bu katılmalar, Müslüman olanların İslam’ın en doğru din olduğu yolundaki inanç ve tercihleriyle gerçekleşmiştir. İslamiyet’i kabul etmeyenler ise kendi dinlerini özgürce yaşamaya devam etmişlerdir. Özetle ifade edeyim ki Kur’ani bir kavram olarak fetih; ülke veya şehirlerin kapılarını açarak “îlâ-yı kelimetullah: Allah’ın mesajını yaymak” için feth etmek yanında daha çok kalpleri İslâm gerçeğine açmak, İslâm mesajının önündeki engelleri kaldırmak, insanın kalbine ve aklına ulaşmayı mümkün kılacak ortamı hazırlamak, Müslümanlarla İslam mesajına muhtaç toplumlar arasında köprüler kurmak anlamına gelir. Bunun bir tezahürü olarak tarih boyunca İslâm çoğunlukla savaşla değil, barış yoluyla yayılmıştır. İnsanlar İslâm’a zorla değil İslâm’ın yüceliğini anlayarak, güzelliğini hissederek, İslam’ın fıtrata en uygun din olduğunu görerek girmişlerdir. Fahri SAĞLIK Karesi Müftüsü

Yazının Devamı

KUR’ANIN DİLİNDEN FETHİ ANLAMAK

Fetih Suresi, konu itibariyle İslâm tarihi açısından dönüm noktası diyebileceğimiz çok önemli bir olaydan bahsetmektedir. Bu olay Hicrî 6. yılı Zilkâde ayında Mekke müşrikleri ile yapılan “Hudeybiye Antlaşmasıdır.” Yüce Allah Hz. Muhammed’in Mekke’li müşriklerle yaptığı bu anlaşmayı, birinci ayette “Fethan mubînâ ( apaçık bir fetih )” olarak nitelendirmiş ve bu yüzden burada yer alan “fetih” kelimesi sureye isim olmuştur.

Bu sure Müslümanlara, yenilgi zannettikleri bu barışın gerçekte büyük bir fetih (zafer) olduğunu bildirmektedir. Sure nazil olduktan sonra Hz. Muhammed (s.a.v) Müslümanları toplayarak onlara şöyle buyurdu: “Bugün bana dünyadan ve dünyadaki her şeyden daha kıymetli bir şey nazil olmuştur.” Daha sonra bu sureyi okudu ve özellikle Hz. Ömer’i çağırarak ona dinletti. Çünkü Hz. Ömer antlaşmanın bazı hükümlerine herkesten daha çok üzülmüştü.

Bu esnada konuyu iyi kavrayamayan bir Sahabe arkadaşlarına: “Bu nasıl bir fetihtir? Kabe’yi ziyaret etmemiz yasaklandı. Kurbanlık develerimiz daha ileri gidemedi. Allah’ın Resulü Hudeybiye’de durmak zorunda kaldı ve bu barış yüzünden iki mazlum kardeşimiz (Ebu Cendel ve Ebu Basir) zalimlerin eline terk edildi.” diyerek hala üzüntüsünün geçmediğini dile getirdi. Bu sözler Peygamber’e (s.a.v) ulaşınca şöyle buyurdu: “Çok yanlış söz söylenmiştir. Bu, gerçekte çok büyük bir zafer ve fetihtir, siz müşriklerin yurtlarına kadar ilerlediniz, onlar da gelecek yıl umre yapmanız konusunda söz vererek sizi geri dönmeye razı ettiler. Onlar savaşa son vermeyi ve barış yapmayı kendiliklerinden istediler. Halbuki onların kalplerinin size karşı ne kadar kinle dolu olduğunu biliyorsunuz. Allah sizi onlara üstün kılmıştır ve galibiyet lütfetmiştir. Uhut savaşında ben arkanızdan bağırıyordum. O günü unuttunuz mu? Hendek Savaşı’nda her taraftan düşmanın korkunç bir manzara ile saldırıya geçtiği günü unuttunuz mu?” Abdullah bin Mes’ud’dan konumuz ile ilgili şöyle bir söz nakledilmiştir. “İnsanlar, Mekke’nin fethine zaferdir diyorlar, halbuki biz asıl zafer olarak Hudeybiye barışını kabul ediyoruz”

Yazının Devamı

CAMİLER VE ÇOCUKLARIMIZ

Cami ile iç içe yaşamak, namazları cemaatle kılmak, camiyi hayatın merkezine almak gerekir. Doğumumuzdan ölümümüze kadar cami hayatımızın içinde, biz de caminin içindeyiz. Çoluğumuzla çocuğumuzla, kadınımızla erkeğimizle, gencimizle yaşlımızla camilerin hep içinde olmalıyız. Camiler her yaştan insanın huzur bulacağı mekânlardır. Günümüzde camilerin özellikle hanımların, engellilerin, gençlerin ve çocukların yeterince yararlanabileceği merkezler olması önem arz etmektedir.

Camilerin temel fonksiyonlarından biri mabet diğeri de mektep oluşlarıdır. Fiziki yapılarının buna göre düzenlenmesinin en eski örneklerinden biri Hz. Meryem’in içinde yetiştiği Mescid-i Aksa’dır. Hz. Peygamber’in Darü’l-Erkam’dan başlayıp Suffa’ya uzanan uygulamaları mekândan çok insana yapılan yatırımın en güzel örnekleridir. Tarihimiz boyunca canlı tutulan cami merkezli eğitim sürecini kadın, erkek, çocuk ve gençler için çeşitlendirerek artırmak, canlandırmak camileri hayatın merkezine alabilmek için elzemdir. Bu konuda arz yoksa talepte bulunmak cemaatin sorumluluğudur. Cemaat bu anlayışın teşvik ve takipçisi olmalıdır.

Camiler yaygın eğitim kurumlarıdır. Bir yılda elli iki haftanın olduğu düşünülürse elli iki hutbe okunmakta bunlara iki de bayramı eklersek hutbe sayısı elli dörde çıkmaktadır. Özellikle merkezî camilerde vaazları da düşündüğümüz zaman kesintisiz bir din ve ahlak eğitimi verilmektedir. İnsanımızın sağlam bir inanç ve davranış bilgisi almasında önemli role sahiptirler. Bu sebeple Kur’an’da şöyle buyrulur: “Şüphesiz mescitler, Allah’ındır. O hâlde, Allah ile birlikte hiç kimseye kulluk etmeyin.” (Cin, 72/18.) Dolayısıyla camiler, şirkin her çeşidinden arındırılmış tevhit mekanlarıdır. Camilerin bu özelliğinin korunmasında hassasiyet gösterilmelidir. Camiler, tefrika merkezleri olmamalıdır. Camiler, Müslümanların birlik ve dirlik şiarlarıdır.

Yazının Devamı

CAMİ HAYATIN İÇİNDE, HAYAT CAMİNİN İÇİNDE

2019 yılı Camiler ve Din Görevlileri Haftamız hayırlı olsun, hayırlara vesile olsun! Bu sene “Cami ve Hayat” konusunun ele alınması kanaatimce çok isabetli olmuştur. İslam medeniyetinin cami merkezli olduğunu hepimiz biliriz. Bu medeniyette cami, bir kültür kompleksinin merkezi durumundadır. Bir mahallenin/köyün odak noktasını oluşturur. Yani camiler çevrelerine hayat verirler, vermelidirler.

Geçmişte sosyal hayatın tam ortasında yer alan camilerin günümüzde sadece namaz kılmak için kullanılıyor olması elbette kabul edilemez. Bu yanlış anlayış öylesine yaygınlaştı ki, namaz dışında yapılan makul faaliyetler bile zaman zaman tepkilere yol açar hale geldi.

Günümüzde hayatla ilişkileri bakımından camilerimizin durumlarını ele almaya çalışacağım. İlk yapıldığı günden itibaren camilerin öncelikli amacı Müslüman toplulukları cemaat haline getirerek namaz ibadetinin cemaatle eda edilebilmesine imkân sağlamak olmakla beraber, camiler aynı zamanda sosyal hayatın merkezinde yer almışlardır. Bugün de öyle olmalıdır. Bunu başaracak olanlar elbette başta din görevlilerimiz olmak üzere toplumumuzun tüm fertleridir.

Yazının Devamı

GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE EĞİTİM KURUMLARI OLARAK CAMİLER

Osmanlı’da “terbiye” olarak ifade edilen eğitim; belli bir konuda, bir bilim dalında yetiştirme ve geliştirme etkinliği olarak kabul edilir. Eğitim faaliyeti, amacına ulaşmak için öğretim faaliyetinden yararlanır. Bu nedenle öğretim, eğitimin bir parçasıdır. Geçmişte “tedris”, “tâlim” diye tanımlanan öğretim; belli bir amaca göre gereken bilgileri verme işiydi. Buna göre eğitim ve öğretimin amacı, insanlara gerekli olan bilgi, kültür, değer ve bir takım davranışların kazandırılmasıydı. Osmanlı Devleti’nde eğitimin iki boyutu vardı. Bunlar: 1- Kişilere geçerli bilgileri ve değerleri aktarmak. 2- Hedeflenen amaçları gerçekleştirmek için kurulmuş olan kurumlar ile eğitim ve öğretim yapmak.

İslam medeniyetinin cami merkezli olduğunu, eğitim kurumlarının başında camiler ve medreselerin geldiğini hepimiz biliriz. Cami ve medreseler topluma bilgi ve nasihat verilen yerlerdi. Önceki dönemlerde vaizlik, imam-hatiplik ve müezzinliğe ilaveten dersiamılık, hatiplik, küsü şeyhliği, cuma vaizliği…vb. birçok görevler ihdas edilerek camilerin birçoğu çok yönlü yaygın eğitim ve öğretim müessesesi haline getirilmişlerdi.

Osmanlı döneminde cami ve mescidlerde sürdürülen cami dersleri, camide verilen vaaz ve hutbelerden başka, cami ve mescid içerisinde belli bir kitap takip edilerek yetkili kişilerce Ramazan ayı dışında bütün yıl boyunca yapılan sürekli derslerdir. Bu dersler, caminin içinde sağ veya sol taraflardaki mahfellerin altlarında verilirdi. Cami derslerinin konuları değişik olurdu. Ancak Tefsir, Hadis, Fıkıh ve Tasavvuf konuları ağırlıklı olarak yer alırdı. Görüldüğü gibi Cami ve mescitlerin birer yaygın din eğitimi kurumu olma özelliği, Osmanlı döneminde oldukça belirgindir. Camilere bitişik veya yakınlarında çoğu kez medreseler yer almıştır. Cami, bir kültür kompleksinin merkezi durumundadır. Bir mahallenin odak noktasını teşkil eder. Mesela kitapçı dükkanları genellikle camilerin etrafında açılmışlardır. Kütüphane, aşevi gibi yardımcı tesisler de eklenmiştir. Camilerde yapılan derslere herkes devam edebilirdi. Bu dersleri cami hocaları yanı sıra özel olarak görevlendirilen ilim adamları( müderrisler ) verirdi. İslam tarihinde medrese, orta ve yüksek seviyelerdeki eğitim ve öğretim yapan örgün müesseselerin ortak adıdır. Cami ve Medreselerde yapılan eğitim ve öğretim faaliyetlerinin özünü aşağıdaki şiirde görmekteyiz. Bu şiir tüm cami ve medrese öğrencilerine iyice kavrattırılırdı.

Yazının Devamı

MÜMİNLERİN TEMEL ÖZELLİKLERİ

Hz. Ömer’den rivayet edilen bir hadise göre Resûlullah, bir ara olağan üstü vahiy hallerinden birini yaşarken kıbleye dönüp ellerini kaldırarak, “Allahım! Bize nimetini arttır, eksiltme; bizi onurlandır, alçaltma; bize ihsan et, mahrum etme; bizi seçkin kıl (düşmanlarımıza karşı) zayıf duruma düşürme; bizden hoşnut ol ve bizi senden hoşnut kıl!” diye dua ettikten sonra, “Şu anda bana on âyet indi; kim bu âyetlerin gereğini yaparsa cennete girecektir” buyurmuş, ardından da “ Mü’minun Suresi”nin ilk on âyetini okumuştur. Bu yazımda bu surenin ilk üç ayet-i kerimesini kısaca açıklamaya çalışacağım. Mü’minler gerçekten kurtuluşa ermişlerdir. Surenin başındaki âyetlerde İslâm’ın ibadet ve ahlâk alanlarında vazgeçilmez saydığı ilkelerin yanı sıra mümin kavramının içeriği özetlenmekte, kadın olsun erkek olsun “Ben mü’minim, müslümanım” diyen her insanın, bu ifadesinin anlamlı hale gelebilmesi için kendisinden beklenen duygu, düşünce ve yaşama biçimi ortaya konmaktadır.

Onlar ki, ibadetlerinde ( özellikle namaz ) derin saygı içindedirler. “İbadetlerde derin saygı hali yaşamak” kurtuluşun imandan sonraki ilk şartı olarak gösterilmiştir. Daha yakından bakıldığında bu âyette kurtuluşun şartlarından ikisine işaret edilmektedir. İbadet ve huşû. Bununla birlikte asıl vurgunun “derin saygı” diye tercüme edilen “huşû” kavramına yapıldığı görülmektedir. İbadetlerde şeklî kalıpların kalpteki kulluk niyeti ve bilinci ile bütünleştirilmesi, Allah’a saygı şuuruyla anlamlı hale getirilmesi gerekir. İbadetlerin, özellikle namazın bu ruhî ve mânevî boyutu Kur’an dilinde ifade edilen huşû ve takvâ gibi terimlerle bütünleştirilmesi gerekir. Kuşkusuz namaz İslam’ın temel ibadetlerinden biri ve kulun Allah’a yönelişinin, O’nunla birlikteliğinin en anlamlı ifadesidir. Sembolik yönü de olan namazın bu manevi derinliği kazanabilmesi için dillerin ayet ve duaların sadece lafızlarını okumaları yeterli değildir. Okunan metinlerin anlamlarının anlaşılıp kavranması, içselleştirilmesi ve hayatımızı yönlendiren prensipler haline getirilmesi zaruridir. Bizleri her türlü kötülük ve aşırılıktan koruması geren namazlarımız bu fonksiyonu içer etmiyorsa dönüp kıldığımız namazlara bir bakmamız gerekir. Onlar ki, faydasız işlerden ve boş sözlerden yüz çevirirler. “anlamsız ve yararsız” diye çevirilen “lağiv” kelimesi sözlükte “boş ve mânasız söz ve davranış” anlamına gelir. Kelime burada Allah’ın kullarında görmek istemediği her türlü boş ve yanlış (bâtıl) tutum ve davranışları ifade etmektedir. O kadar çok boş konuşuyoruz ki kıldığımız namazların hazzını, lezzetini bir türlü alamıyoruz. Şadırvanlarda abdest alırken bile lüzumsuz konuşmalara şahit oluyoruz. Biz mü’minlerin boş ve manasız söz ve davranışlardan şiddetle uzak durmamız gerekmektedir. Fahri SAĞLIK Karesi Müftüsü

Yazının Devamı

KUR’AN KURSLARI AÇILIYOR

Asırlar boyu milletimiz, ruhlarını ve gönüllerini Kur’an-ı Kerim’le zenginleştirmek ve onun mesajı ile manevi hayatlarına anlam vermek için gayret göstermiş, Kur’an-ı Kerim’i en güzel şekilde yazmak, okumak, hıfz etmek ve onun eşsiz mesajından nasiplenmek amacıyla âdeta birbirleriyle yarışmıştır. Bu çerçevede insanımız, Kur’an’ın sadece Mushaflarda değil, gönüllerde, dimağlarda ve hayatın her anında var olmasını isteyerek onu okumuş ve hafızasına kaydetmiştir. Milletimizin tüm bu gayret ve çalışmalarının gerçekleştirilmesinde, köklü bir tarihi geçmişe sahip olan Kur’an kursları önemli rol oynamaktadır. Günümüzde örgün öğretim süreci içinde bulunan veya bu süreci tamamlamış bireylerin büyük bir kısmı, Kur’an-ı Kerim’i yüzünden okumayı; iman, ibadet, ahlak konularında temel bilgileri ve Hz. Peygamber’in (s.a.s) hayatını önemli ölçüde Kur’an kurslarından öğrenmektedir. Aynı zamanda Kur’an kursları, milli birlik ve beraberliği pekiştiren, sevgi, saygı ve dostluk bağlarını güçlendiren, vatan, millet, bayrak, şehitlik, gazilik gibi milli ve manevi değerleri aşılayan ve bir arada yaşama bilincinin oluşmasına önemli katkılar sunmaktadır.

Diyanet İşleri Başkanlığınca yürütülen yaygın din eğitimi faaliyetlerinden, toplumun tüm kesimlerinin etkin bir şekilde yararlanması amacıyla bu sene “İhtiyaç Odaklı Kur’an Kursları Öğretim Programları” güncellenerek uygulamaya konulmuştur. Söz konusu programlar, Kur’an kursu hizmetlerinde etkinlik ve verimliliğin sağlanmasında ve geniş kitlelere ulaşmada önemli roller üstlenecektir.

Diyanet İşleri başkanlığına bağlı Kur’an kurslarımızda 2019-2020 eğitim-öğretim yılı 16 Eylül 2019 Pazartesi günü başlayacaktır. Kurslarımızda yürütülecek eğitim ve öğretim faaliyetlerinin amacına uygun, daha etkin ve verimli bir şekilde yapılabilmesi için Diyanet İşleri Başkanlığımız ve Müftülüklerimizce bütün önlemler alınmıştır.

Yazının Devamı

HİCRET NEBEVİ DİRENİŞTİR

İslam âlemi olarak hicri 1441. yıla girmiş bulunmaktayız. Ömür sermayemizden bir yılı daha geride bıraktığımız şu günlerde yeni hicri yılımızı, Rabbimizle ahdimizi ve akdimizi yenilemek, kulluk görevlerimizdeki zaaf ve savrulmaları düzelterek hayatımızda yeni bir sayfa açmak için fırsat olarak değerlendirmeliyiz.

Hicret bir medeniyet tasavvurudur. Hicret teslimiyettir, sadakattir. Bu teslimiyetin en saf ve doğal seyrini Hz. İbrahim’in hicretinde Hz. Hacer’de görüyoruz. Hz. İbrahim Kâbe’yi inşa etmek için Hz. Hacer annemiz ve henüz bebek olan İsmail ile birlikte ekin bitmez kervan geçmez bir vadiye hicret etmiş onları orada bırakmak istemişti. Hz. Hacer “Bizi burada kendi kararınla mı bırakıyorsun, yoksa Rabbin mi emretti.” diye sormuş, İbrahim (as)’da “Allah emretti” deyince, “o zaman git, Allah bize yeter” demişti. Bu sözlerde inanmış bir kadının teslimiyetini ve Allah’a olan güvenini hayranlıkla görüyoruz.

Peygamberimizin hicreti

Yazının Devamı

MİLLİ İRADE

Tarihin hiçbir, döneminde esaret altında yaşamamış büyük Türk Milletinin Milli İradesini “İMANDA BİRLİK, VATANDA DİRLİK” olarak ifade etmemiz mümkündür. Bizi bugünlere getiren, Anadolu’muzu bize ebedi yurt yapan, millet olarak her devirde bizi dimdik ayakta tutan işte bu milli ruhumuzdur. Bu ruh yüce milletimize her zaman bir ışık ve rehber olmuştur. Yakın tarihimizde sıkıntıya düştüğümüz en kritik anda ilan ettiğimiz “Ya İstiklal, ya ölüm” parolası bu iradenin en veciz komutudur. Toprak vatan olunca kutsallaşır. Yüceliğini korumak için de fertlerin müşterek bir ideal etrafında yekvücut olması gerekir. Kültürümüzde bu idealin fidesi iman, toprağı vatan, gelişme ortamı ise hurriyet ve bağımsızlık ile birlik ve olabilme-beraberliktir. Daima gelişen ilerleyen bir millet miz, bütün bu değerlerin hepsinin bir arada korunup, yüceltilmesi ile mümkündür. Vatansız, esaret ve boyunduruk altında, Müslüman olarak yaşamak nasıl mümkün değil ise, imansız vatan ve hürriyetin de inancımız gereği hiçbir değeri yoktur. Yüzbinlerce şehit vererek bu toprakları bizlere vatan yapan ecdadımızın torunları bizler çok iyi biliyoruz ki; Din, Vatan, Millet bütünlüğü canımız kadar azizdir. Milli şairlerimizden Mehmet Emin Yurdakul vatan sevgimizi şöyle dile getirir; Türk evladı odur ki, yurdu olan toprağı Ana ırzı bilerek yad ayağı bastırmaz. Bir yabancı bayrağı Ezan sesi duyulan hiçbir yere astırmaz. Bu yüce değerlerimize yan gözle bakanlar hep perişan edilmişlerdir. Cumhuriyetle perçinleştirdiğimiz bağımsızlık, milli birlik ve beraberliğimizi, kurdukları tuzak ve yaptıkları planlarla ortadan kaldırıp, müstevli emellerini gerçekleştirme hayalinde olanların hayalleri kursaklarında kalacaktır. Çünkü içimize sokulan fitne ve fesat tohumlarını ve kaynaklarını artık çok iyi biliyoruz. Allah’ı, Peygamberi, Vatanı ve Bayrağı bir olan fertlerin sun’i ayrılık tohumları ile birbirlerine düşmeleri mantıklı bir davranış değildir. 30 Ağustos Zafer Bayramı’nın 97. yılını kutlarken birlik ve dirlik içerisinde olmamız vatanseverliğimizin en somut göstergesidir. Gaflet ve delalet içerisinde olanlar, bir an önce akıllarını başlarına almalı hem kendileri hem de yüce milletimiz daha fazla acı çekmemelidir. Çok iyi bilinmelidir her karış toprağı bizce kutsal olan yurdumuza kim, ne zaman kem gözle bakmış, bizi bölüp parçalamak için kötü niyet beslemiş ise, gereken cevabı anında almıştır. Hem de ne pahasına olursa olsun. Bağımsızlık savaşımızın dönüm noktalarından biri olan 30 Ağustos Zafer Bayramı dolayısıyla başta Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşları ile tüm şehitlerimizi saygı ve minnetle anıyor, tüm Ulusumuzun Zafer Bayramı’nı en içten dileklerimle tebrik ediyorum.

Fahri SAĞLIK Karesi Müftüsü

Yazının Devamı