Fahri Sağlık

Fahri Sağlık

ÜÇ AYLAR VE REGAİB KANDİLİ

Yüce Rabbimiz, rahmetinin eseri olarak insanlar içerisinde (peygamberler gibi) özel insanlar, mekanlar içerisinde (Kâbe-i Muazzama, Mescid-i Aksa, Mescid-i Nebi gibi) özel mekanlar yarattığı gibi zamanlar içerisinde de özel zamanlar yaratmıştır. Bu özel zamanlardan biri de, dini geleneğimizde üç aylar diye isimlendirilen Recep, Şaban ve Ramazan aylarını içinde bulunduran maneviyat mevsimidir.

08 Mart 2019 Cuma günü üç ayların ilki olan Recep ayına girmiş olacağız. 07 Mart Perşembe’yi Cuma’ya bağlayan gece de Regaib Kandilini idrak edeceğiz. Kandiller zincirinin ilk halkası olan Regaib Kandilindeki “Regâib” kelimesi, elde edilmesi arzu edilen değerler, herhangi bir şeyi istemek, arzulamak, ona karşı meyletmek ve onu elde etmek için çaba sarf etmek demektir. Regaib’in diğer kandillerden farklı oluşu hem Recep ayında bulunması hem de Cuma gecesi oluşudur. (*) Ayrıca Recep ayının özelliklerinden birisi de Regaib Kandili ile Mirac Kandili olarak bilinen iki kandilin bu ayda bulunmasıdır.

Sevgili peygamberimiz; “Beş gece vardır ki onlarda yapılan dualar geriye çevrilmez. Recebin ilk (Cuma) gecesi, Şabanın ortasında bulunan gece, Cuma geceleri, Ramazan Bayramı ve Kurban Bayramı geceleridir. Bu sebeple Müslümanlar bu geceleri fırsat bilip ihya etmeye çalışmışlardır. Bu tür mübarek gün ve geceler maneviyatımızın kuvvetlenmesine, aile içi iletişimin, cemaatle yakınlaşmanın artmasına, çocuklarımıza örf adet ve geleneklerimizin kazandırılmasına vesile olur.

Yazının Devamı

İSLAM – İMAN – İHSAN

Geçen hafta “ Cibril Hadisi” diye bilinen bir hadis-i şerifi dikkatlerinize sunmuştum. Şimdi de hadis-i şerifimizi kısaca yorumlayacağım. Yüce dinimiz üç boyutlu bir dindir: 1- İnanç boyutu, 2- İbadet ve ahlak boyutu, 3-Maneviyat boyutu. Bu üç boyutu sırasıyla, ” en, boy ve derinlik” kavramlarıyla ifade edebiliriz. “Cibril Hadisi” olarak bilinen hadiste bu üç boyut özetle ifade edilmiştir. ” İslam nedir?” sorusuna verilen cevap İslâm dininin ” ibadet ve ahlak boyutunu”, “İman nedir?” sorusuna verilen cevap, ” inanç boyutunu”, “ihsan nedir” sorusuna verilen cevap ta “maneviyat boyutunu” ifade etmektedir. Bu üç boyut kuvvetli bağlarla birbirine bağlıdır ve birbirlerini tamamlayan unsurlardır.

Hadisimizden anlaşılan birinci hikmet, vahiy meleği Cebrail’in rehberliğinin Kur’an’la sınırlı olmayıp hadisleri de içine aldığı gerçeğidir. Bu hadiste, Cebrail aleyhisselam’ın Sevgili Peygamberimize sorular sorup tasdik ederek ayrılıp gitmesinden sonra Peygamberimizin “O Cebrail’di, size dininizi öğretmeye geldi.” buyurması, Cibril hadisinde geçen bilgilerin vahiy kaynaklı ve vahyin kontrolünden geçen bilgiler olduğunu gösterir. Kur’an-ı Kerim’de sevgili peygamberimizin dini konularla ilgili olarak; “O (Peygamber) kendi hava ve hevesinden konuşmaz. Onun konuştukları ancak bildirilen vahiydir.” ( Necm Suresi,3-4 ) buyurulmakla bu gerçeğe işaret edilmiştir.

Eğitimde soru-cevap metodu, etkili bir yöntemdir. Çünkü soru soran öğrenmeye hazır durumdadır. Cibril hadisinde, insan suretinde gelen Cebrail’in, ilgi uyandıran kişiliğiyle sorular sorup cevapları tasdik etmesi, oradaki müminlerde büyük bir merak ve konuşulanları dikkatle takip edip öğrenme isteği uyandırmıştır. Rasulullah Efendimiz (s.a.v), sahabelerini eğitirken soru-cevap metodunu sıklıkla kullanmıştır. Kimi zaman kendisi onlara sorular sormuş, çoğunlukla da arkadaşlarının sorularına muhatap olmuştur.

Yazının Devamı

CİBRİL HADİSİ

Hadis kaynaklarının tamamında yer alan ve kültürümüzde yaygın olarak “ Cibril Hadisi” diye bilinen bir hadis-i şerifi dikkatlerinize sunmak istiyorum. İnşallah gelecek hafta da hadis-i şerifimizi kısaca yorumlayacağım.

Ömer İbnü’l-Hattâb radıyallahu anh şöyle dedi:

“ Bir gün Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in huzurunda bulunduğumuz sırada, elbisesi beyaz mı beyaz, saçları siyah mı siyah, üzerinde yolculuk eseri bulunmayan ve hiçbirimizin tanımadığı bir adam çıkageldi. Peygamber’in yanına sokuldu, önüne oturdu, dizlerini Peygamber’in dizlerine dayadı, ellerini (kendi) dizlerinin üstüne koydu ve:

Yazının Devamı

KARDEŞLİK MEDENİYETİ

Hz. Muhammed (s.a.v), insanlık tarihinin akışını değiştiren en önemli kişidir. Dünyanın kültür ve medeniyet ufkunu genişleten Hz. Muhammed (s.a.v) ve ilk Müslümanlardır. Bir medeniyet kurucusu olarak Hz. Muhammed’in (s.a.v) kurup geliştirdiği medeniyete “Kardeşlik Medeniyeti” diyebiliriz.

Mekkelilerin Hz. Muhammed’in kurduğu bu kardeşlik medeniyetine muhalefet sebeplerini kısaca şöyle özetleyebiliriz:

a) Dini Sebep: Yeni medeniyet değerleri, putperestlik ve şirk anlayışına karşı tevhit inancını ortaya koyuyor, Allah’tan başka ilah olmadığını duyuruyordu.

Yazının Devamı

BİRLİKTE DİRLİK VARDIR

Yüce Allah Kur’an-ı Kerimde: “Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’ân’a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani sizler birbirinize düşmanlar idiniz de O, kalplerinizi birleştirmişti. İşte O’nun bu nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında idiniz de O sizi oradan kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle apaçık bildiriyor ki doğru yola eresiniz” (Al-i İmran, 3/103) buyurur.

Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v) ise: “ Sizden biriniz kendisi için sevip istediğini kardeşi için de istemedikçe gerçekten iman etmiş olamaz.” uyarısı ile birlik ve beraberliğin önemini vurgulamıştır.

İnsanlığın mutluluğunu hedefleyen yüce dinimiz İslâm, birlik ve beraberliğe çok değer verir. Birlik ve beraberliğin olduğu yerde kardeşlik, huzur, bolluk, bereket ve rahmet vardır. İslâm dini, ayet ve hadislerle temellendirdiği kardeşlik bağıyla, toplumda ilişkilerin sağlıklı ve düzgün olmasını hedeflemiştir. Tek bir Allah’a, aynı Peygambere ve aynı Kitaba inanmış olan Müslümanların Kur’an’ın etrafında birleşmeleri, “birlikte dirlik vardır.” ilkesine sarılmaları, asla bölünüp parçalanmamaları öğütlenmiştir. Tarihe baktığımız zaman görürüz ki, birlik ve beraberliğini devam ettiren milletler, yücelmiş ve yükselmişler, bölünüp parçalanan milletler ise tarih sahnesinden silinip gitmişlerdir.

Yazının Devamı

BİRLİKTE DİRLİK VARDIR

Yüce Allah Kur’an-ı Kerimde: “Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’ân’a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani sizler birbirinize düşmanlar idiniz de O, kalplerinizi birleştirmişti. İşte O’nun bu nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında idiniz de O sizi oradan kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle apaçık bildiriyor ki doğru yola eresiniz” (Al-i İmran, 3/103) buyurur.

Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v) ise: “ Sizden biriniz kendisi için sevip istediğini kardeşi için de istemedikçe gerçekten iman etmiş olamaz.” uyarısı ile birlik ve beraberliğin önemini vurgulamıştır.

İnsanlığın mutluluğunu hedefleyen yüce dinimiz İslâm, birlik ve beraberliğe çok değer verir. Birlik ve beraberliğin olduğu yerde kardeşlik, huzur, bolluk, bereket ve rahmet vardır. İslâm dini, ayet ve hadislerle temellendirdiği kardeşlik bağıyla, toplumda ilişkilerin sağlıklı ve düzgün olmasını hedeflemiştir. Tek bir Allah’a, aynı Peygambere ve aynı Kitaba inanmış olan Müslümanların Kur’an’ın etrafında birleşmeleri, “birlikte dirlik vardır.” ilkesine sarılmaları, asla bölünüp parçalanmamaları öğütlenmiştir. Tarihe baktığımız zaman görürüz ki, birlik ve beraberliğini devam ettiren milletler, yücelmiş ve yükselmişler, bölünüp parçalanan milletler ise tarih sahnesinden silinip gitmişlerdir.

Yazının Devamı

DEĞERLER EĞİTİMİNDE HZ. MUHAMMED ÖRNEKLİĞİ

Müslümanlar için Hz. Muhammed üsve-i hasene (örnek alınması gereken en önemli şahsiyettir.) (Ahzab Suresi,21) Günümüzde önemi oldukça artan değerler eğitimi alanında da Hz. Muhammed’in örnek alınması gerekir. Değerler, toplumların iskeletidir ve onların sürekliliğini sağlayan en önemli ölçülerdir.

Şüphesiz tarih boyunca Müslümanlar, herhangi bir şeyin doğru-yanlış, güzel-çirkin, iyi-kötü olduğunu ifade eden değer ölçülerini Kur’an-ı Kerim ve Sahi Sünnet ölçülerine göre şekillendirmişlerdir. Bu açıdan Kur’an ve sünnet, Müslümanların dinî, ahlaki, sosyal, sanatsal vb. değer ölçülerinin kaynağını oluşturur. Müslüman toplumların çağlar boyu nesilden nesile taşıdıkları değer ölçüleri, hala eskimeden tazeliğini korumalarının ana nedeni Kur’an ve sünnet kaynaklı olmalarıdır.

Değerler Açısından Hz. Peygamber’in Peygamberlik Öncesi Durumu:

Yazının Devamı

ALDATAN VE ALDANAN OLMAMAK

Bir Müslüman’ın en önemli ahlaki vasfı güvenilir olmasıdır. Müslüman güven veren insandır. “Mü’min” kelimesi, iman/tasdik anlamının yanında ‘güven veren’ anlamına da gelmektedir. Bu hususta en güzel örnek, içinde yaşadığı toplumda ‘Muhammed el-Emin’ olarak anılan ve en azılı düşmanlarının bile emin oluşunda şüphe etmedikleri Hz.Muhammed’dir.

Bugün dünyada maalesef sözüne ve eylemlerine güvenilmez bir Müslüman imajı oluşturulmuştur. Kuşkusuz bu imaj Müslüman kimliğine büyük hasarlar vermektedir. Mümin olmasına rağmen kendisine güvenilemeyen bir insan görüntüsü ortaya koyan kişinin, temsil ettiği yüce dine verebileceği zararları saymaya kalksak gazetemizin sayfaları yetmez.

“Dilinden ve elinden Müslümanların emniyette olduğu kimse” olması gereken bizler muhataplarımıza bu emniyet ve güveni neden veremiyoruz? Aldanmamaya karşı gösterdiğimiz titizliği aldatmamaya da neden göstermiyoruz?

Yazının Devamı

KARDEŞLİK HUKUKU

Kardeşlik; aynı anne-babadan veya birinden dünyaya gelenler arasındaki kan bağını belirtmesi yanında, aynı sülâleye veya millete mensup olma, aynı inanç ve değerleri, dünya görüşünü paylaşma gibi ortaklık ve benzerlikleri bulunan kişi ya da gruplar arasındaki birlik ve dayanışma ruhunu ifade eden bir kavram olarak kullanılmaktadır.

Kelime Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şeriflerle diğer İslâmî kaynaklarda, Câhiliye telakkisinde soy birliğine ve kan bağına dayanan “asabiyet” kavramının karşıtı olarak tevhid inancını esas alan manevî birliği, dayanışma ve paylaşma sorumluluğunu anlatmak üzere yaygın biçimde geçmektedir.

Kardeşlik kavramı dini literatürde “uhuvvet” kelimesi ile ifade edilir. Dilbilimciler uhuvvet (kardeşlik ) kelimesinin iki farklı çoğulundan bahsederler. Bunlardan birincisi olan “ihve” nin daha çok kan kardeşliğini, “ihvan”ın ise kan bağı olsun veya olmasın aynı inanç ve idealleri paylaşmaktan dolayı aralarında manevî yakınlık bulunan kişileri ifade eder.

Yazının Devamı

NAMAZ UYKUDAN HAYIRLIDIR

Rabbimiz namaz vakitleri hakkında şöyle buyurur: “Güneşin zevalinden (öğle vaktinde batıya kaymasından) gecenin karanlığına kadar (belli vakitlerde) namazlarını dosdoğru kıl. Bir de sabah namazını kıl. Çünkü sabah namazı şahitlidir.” ( İsra Suresi :78 )

Sabah namazı, günün ilk imtihanı, ilk ibadetidir. Dolayısıyla güne iyi başlayıp ilk imtihanı başarmak gerekir ki, diğer imtihanlara karşı daha güçlü ve donanımlı olunsun. Nitekim Peygamberimiz (sav); “Kim sabah namazını kılarsa, Allah’ın garantisi altındadır” buyurmuştur. Ayet-i kerimede açıkça görüldüğü gibi dört vakti bir cümlede zikreden Rabbimiz, önemine binaen sabah namazını ayrıca emretmiştir. Çünkü onun şahitleri, gece ve gündüz melekleridir.

Ayet-i kerimedeki “dülûk” kavramı “güneşin bir günde izlediği farazî çemberi dönerken gündüz vakti en yüksek noktayı geçerek batmaya yönelmesi” anlamına gelir. Gün ortasından başlayarak çemberin dörtte üçlük kısmını tamamlaması diye de açıklanmıştır ki bu da ikindi vaktidir. “dülûkü’ş-şems” deyimi, öğle ve ikindi vakitlerini içermektedir.

Yazının Devamı

ALLAH İSRAF EDENLERİ SEVMEZ

Sözlükte “haddi aşma, hata, cehalet, gaflet” gibi anlamlara gelen israf dini literatürde ” inanç, söz ve davranışta dinin, akıl veya örfün uygun gördüğü ölçülerin dışına çıkmayı, özellikle mal veya imkânları meşrû olmayan amaçlar için saçıp savurmayı ifade eder.

Yüce Allah Kur’an-ı Kerimde “Ey Âdem oğulları! Her secde edişinizde güzel elbiselerinizi giyin; yeyin, için, fakat israf etmeyin; çünkü Allah israf edenleri sevmez.” (A’râf; 31) buyurur.

İsrafçı kişiye müsrif denir. Gazzâlî’nin açıklamalarına gore ” dinin, âdetlerin ve insanlığın gerekli kıldığı yerlere gerekli gördüğü ölçüde harcamak cömertlik, bu ölçülerin altına düşmek cimrilik, bunların üstünde harcamada bulunmak ise israftır.” (İḥyâʾ, III, 259-260).

Yazının Devamı

ALDATAN VE ALDANAN OLMAMAK

Bir Müslüman’ın en önemli ahlaki vasfı güvenilir olmasıdır. Müslüman güven veren insandır. “Mü’min” kelimesi, iman/tasdik anlamının yanında ‘güven veren’ anlamına da gelmektedir. Bu hususta en güzel örnek, içinde yaşadığı toplumda ‘Muhammed el-Emin’ olarak anılan ve en azılı düşmanlarının bile emin oluşunda şüphe etmedikleri Hz.Muhammed’dir.

Bugün dünyada maalesef sözüne ve eylemlerine güvenilmez bir Müslüman imajı oluşturulmuştur. Kuşkusuz bu imaj Müslüman kimliğine büyük hasarlar vermektedir. Mümin olmasına rağmen kendisine güvenilemeyen bir insan görüntüsü ortaya koyan kişinin, temsil ettiği yüce dine verebileceği zararları saymaya kalksak gazetemizin sayfaları yetmez.

“Dilinden ve elinden Müslümanların emniyette olduğu kimse” olması gereken bizler muhataplarımıza bu emniyet ve güveni neden veremiyoruz? Aldanmamaya karşı gösterdiğimiz titizliği aldatmamaya da neden göstermiyoruz?

Yazının Devamı

İMANDIR O CEVHER Kİ İLAHİ NE BÜYÜKTÜR

“Asra yemin ederim ki insan gerçekten ziyan içindedir. Bundan ancak iman edip iyi ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler müstesnadır.” (Asr; 1-3)

Önce İman:

İman, Hz. Peygamberin Allah’tan getirdiklerini tasdik etmek, haber verdiklerini tereddütsüz kabul ederek, bunların gerçek ve doğru olduklarına gönülden inanmaktır. İslam alimleri İslam’ın üç ana bölümden meydana geldiğini söylerler. Bunların ilki imandır. Diğeri ise imanın hayata yansıyan şekli dediğimiz ibadetler, üçüncüsü de daha ziyade insani ilişkilerde kendisini gösteren ahlaktır İnsanın ilk görevi, Allah’ın varlığını ve birliğini bilip tasdik etmesidir. Şüphesiz bu tasdikin makamı kalptir. Dil ile ikrar edilmesi ayrı bir önem taşımaktadır. İman olmadan İslam olmaz. İman çok büyük bir nimettir, bölünme kabul etmeyen bir bütündür, ebedî bir saadettir ve kurtuluş vesilesidir. Yüce Allah şöyle buyuruyor “Ey insanlar! Peygamber size Rabbinizden hakkı (gerçeği) getirdi. O hâlde kendi iyiliğiniz için iman edin. Eğer inkâr ederseniz bilin ki, göklerdeki her şey, yerdeki her şey Allah’ındır. Allah hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” ( Nisa, 4/170 )Sevgili Peygamberimiz de “İman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de gerçek manada iman etmiş olamazsınız.” Buyurmuştur. Bu bölümü Mehmet Akif ERSOY’un dizeleri ile bitirelim.

Yazının Devamı

NE ZULMEDİNİZ NEDE ZULME UĞRAYINIZ

Kur’an-ı Kerimde insanın bazı zaaflarının yanı sıra önemli imkân ve kabiliyetlerle de donatıldığı, saygı değer varlık olarak yaratıldığı, diğer yaratılanların üstlenemediği bir sorumluluk (emanet) yüklendiği anlatılır ve onun yeryüzünde iyilik ve güzelliği hâkim kılmak üzere görevlendirildiği belirtilir. Yine Kur’an’ın özel anlatım üslûbu içerisinde insanın yaşama, bir dini benimseme ve gereklerine göre hareket etme, sonuçlarına katlanarak dilediği davranışta bulunma, mülk edinme, seyahat etme, beden ve ruh sağlığını koruma gibi temel haklarına değinilir ve bunların korunmasına yönelik olarak farklı seviyelerde yaptırımlardan söz edilir. İslâmî telakkiye göre din fıtrîdir ve insanın yaratılıştan taşıya geldiği güzellikleri korumasına yardımcı olur, aklıselimi takviye eder.

Ferdin yüce Allah’ın mutlak güç ve iradesine boyun eğmesi de onun irade özgürlüğünü yitirmesi değil, aksine yaratılış ve var oluş çizgisinde bilinçlenip alt ve dünyevî otoriteler karşısında özgürleşmesi anlamını taşır.

Öte yandan insan haklarının tanınmasının ve yazılı metinlerle tespit edilmesinin tek başına yeterli olmadığı, bunun uygun bir sosyal yapılanma çerçevesinde toplumun bütün fertleri, özellikle de hâkim güçleri tarafından özümsenmiş, âdeta bir yaşam biçimi haline getirilmiş olmasının hayatî bir önem taşıdığı da açıktır. Diğer birçok insanî ve hukukî değer gibi insan hakları da ancak insan unsurunun yetkinliğiyle sağlam bir inanç ve ahlâk zemininde, hukukun üstünlüğünün ve adaletin bulunduğu toplumlarda gerçekleşip gelişebilir. Kur’an-ı Kerim ve Hz. Peygamber’in sünnetinde adalete ve hakkın üstünlüğüne devamlı vurgu yapılıp keyfîliğin, kişinin kendi hakkını bizzat kendi kuvvetiyle elde etmeye çalışmasının yasaklanması, meşruiyetin ve hukuk düzeninin korunmasının emredilmesi, bu sağlam zemini kurmaya yönelik tedbirler olarak ayrı bir anlam taşır.

Yazının Devamı

ÖNCE İNSAN: ENGELLİ VEYA ENGELSİZ

Birleşmiş Milletler tarafından kabul edilen özel günlerden biri de 3 Aralık Dünya Engelliler Günü’dür. 1992 yılında alınan bu karar insanlığını unutma noktasına gelen dünyamız için önemlidir. Genel tanımlama olarak engelli; ‘normal bir kişinin kişisel ya da sosyal yaşantısında kendi kendisine yapması gereken işleri, bedensel ve ruhsal yeteneklerindeki kalıtımsal ya da sonradan olma herhangi bir noksanlık sonucu yapamayanlar’ şeklinde ifade edilmektedir.

Demografik çalışmalarda toplumların ortalama %8’i engelli olarak görülmekle birlikte, ülkemizde bu oran %12.3’tür. Ülkemizde, engel gruplarına göre alt başlıklara baktığımızda, kronik hastalıklar nedeni ile 808.335, zihinsel 482.361, ortopedik 321.895, görme 216.077, ruhsal ve duygusal 176.475 ve dil ve konuşma olarak da 37.494 vatandaşımız engelli olarak tanımlanmıştır. Bu sayılar her yıl için %4-9 oranında artmaktadır. Birleşmiş Milletler verilerine göre dünyada 500.000.000’un üzerinde engelli mevcuttur.

Son yıllarda yasal anlamda yapılan değişikliklerin topluma yansıması olumlu olmuş ancak zorunlu istihdam oranlarının uygulama pratiği arzu edilen seviyelere ulaşamamıştır. Engellilik hali insanî yönden bir kusur değildir. Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın “Harâbât ehline hor bakma şâkir / Defineye mâlik virâneler var” şiirinde ifade ettiği gibi, dış görünüşü itibariyle önemsenmeyen veya engelli olan pek çok kimse, zengin ve diri bir gönül yapısıyla Allah katında çok değerli olabilir.

Yazının Devamı

GENÇLERLE EL ELE GÖNÜL GÖNÜLE

Gençlik çağının öne çıkan özellikleri olan, heyecan, arayış, sorgulama, itiraz, kendini ispat etme gibi duygu ve yaklaşımlar, esasında doğru tanımlanarak iyi değerlendirildiğinde, hem gencin bizzat kendisi hem de toplum ve insanlık için çok kıymetli birer değere dönüşebilir. Nitekim gençlik çağının en önemli vasfı olan heyecan ve aksiyon, eğer iyilik, adalet, hak-hakikat mecrasına yönlendirilirse coşkun bir rahmete dönüşebilir. Adeta gençlik çağı ile özdeş olarak algılanan itiraz duygusu, esasında kötülüğe, haksızlığa ve günaha karşı konumlandırılırsa gençler, insanlığın aydınlık geleceğinin öncü kadrosu olabilirler.

Günümüzde toplumsal hayatı tüm yönleriyle etkisi altına alan bireysellik, dünyevileşme, sanal yaşam ve popüler kültürün gençliği her taraftan kuşattığını hepimiz biliyor, çocuklarımız üzerinden yaşıyoruz. Son bir asır boyunca, bir yanda tüketim ve eğlence sektörü, diğer tarafta tefrika ve anarşi üreten terör örgütleri, gençliğin saf duygularını istismar etmektedirler.

Gençlerimizi nasıl koruyacağız? Onlara sevgili peygamberimizin güzel ahlak örneklerini, davranış modellerini nasıl tanıtacağız? Geçmişini tanıyan, yüce bir idealle geleceğe bakan, imanını hayatının bütün katmanlarında görünür ve yaşanır kılan, dünyanın gidişatı karşısında sorumluluk bilinci kuşanan bir gençliği nasıl inşa edeceğiz? Heyecanlarını kötüye kullanarak geleceklerini karartmak ve onları aciz, hedefsiz ve bağımlı gruplar haline getirmek için uğraşan şer odaklarından nasıl koruyacağız? Sorunlar ve sorular her ne kadar yaman olsa da bu seneki Mevlid-i Nebi Haftası’nın ana teması olan ” Peygamberimiz ve Gençlik” konusunda yapılan ve yapılacak çalışmalarla bu ve benzeri soruların cevaplarının elbette bulunacağını ve bu cevaplar ışığında çizilen yol haritalarının gerek bireysel, gerekse toplumsal ilerleyişimize katkı sunacağına inancımız tamdır. Diyanet İşleri Başkanlığınca “Mevlid-i Nebi Haftası” etkinlikleri kapsamında düzenlenen “Uluslararası Mevlid-i Nebi Sempozyumu” bu yolda atılmış önemli bir adımdır. Devamı da gelecektir.

Yazının Devamı

Âmine hatun Muhammed anesi Ol sadefden doğdu ol dür danesi

Saf, pâk ve sedef gibi temiz bir kadın olan, Âmine hatundan, inci tanesi gibi çok değerli bir bebek “Muhammed” doğdu.

Çünki Abdullahdan oldu hamile

Vakt erişti hefte vü eyyam ile

Yazının Devamı

BİRAZDA KENDİMİZİ SORGULAYALIM

Çocuklar ve gençler bir toplumun geleceğidir. Er toplum kendi geleceğini garanti altına alacak, kndi değerlerini yükseltip geliştirecek fertler yetiştirmeyi hedefler. Yeni yetişen nesiller ruh ve bedenen ne kadar sağlıklı ve güçlü olurlarsa mensubu bulundukları toplum da o kadar sağlıklı ve güçlü olur.

Gençliğin girift ve gizem dolu yönlerini iyi kavrayamayan bazı yetişkinler gençler hakkında yerli yersiz değerlendirmelerde bulunarak onları suçlarlar. Benim gözlemlerime göre gençlerimiz sanılanın aksine milli ve manevi değerlerine bağlıdırlar. Dinleri ( İslam ) ile yakından ilgilidirler. İlgileri oranında bilgili oldukları söylenemez. Bu da onların değil bizim kusurumuzdur.

Son zamanlarda gençlerin deizme kaydığı, hatta İmam-Hatip Liseleri öğrencilerinin bile büyük çoğunlukla deist oldukları iddiaları mesnetsizdir, yeni bir gündem oluşturma çabalarıdır. Nedir Deizm?

Yazının Devamı

FATİHA SURESİ

Sûrenin ayrıca, “Ümmü’1-Kitab” (Kitab’ın özü) “es-Seb’ul-Mesânî” (Tekrarlanan yedi âyet) , “el-Esâs”,“el-Vâfiye”, “el-Kâfiye”, “el-Kenz”, “eş-Şifâ”, “eş-Şükr” ve “es-Salât” gibi başka adları da vardır. Kur’an’ın genel muhtevası öz olarak Fâtiha’da vardır. Zira övgü ve yüceltilmeye lâyık bir tek Allah’ın varlığı, onun hâkimiyeti, tek mabut oluşu, kulluğun ancak O’na yapılıp O’ndan yardım isteneceği, bu sûrede özlü bir şekilde ifade edilir. Fâtiha sûresi, aynı zamanda baştan başa eşsiz güzellikte bir dua, bir yakarıştır.

Fazileti: Gerek yalnızca “elhamdülillâh” vb. şeklinde ifade edilen hamdin ve gerekse bütünüyle Fâtiha sûresinin değeri ve müminlerin dinî hayatlarındaki yeri hakkında birçok sahih hadis bulunmaktadır: “Zikrin en üstünü ‘lâ ilâhe illallah’, duanın en yücesi ‘elhamdülillâh’tır” (Tirmîzî, “Duâ”, 9). “Allah’a hamd ile başlamayan her önemli işin sonu güdüktür” (İbn Mâce, “Nikâh”, 19). Allah’ın resulü, Ebû Saîd b. Muallâ isimli sahâbîye, Kur’ân-ı Kerîm’deki en büyük sûreyi mescidden çıkmadan bildireceğini ifade buyurmuş, sonra da bunun Fâtiha olduğunu açıklamıştır (Buhârî, “Fezâ’ilü’l-Kur’ân”, 9).Yine birçok sahih hadiste Fâtiha sûresinin şifa özelliği ile ilgili açıklamalar yapılmıştır. Hamd, Âlemlerin Rabbi, Rahmân, Rahîm, hesap ve ceza gününün (ahiret gününün) maliki Allah’a mahsustur. ( 2/4 )

Dilimizde övme ve teşekkür etme, Arapça’da medih ve şükür kelimelerinin “hamd” kelimesiyle yakın mana ilişkileri vardır. Hamd, nimetin Allahu Teala’dan geldiğini itiraf etmek, onunla Allah rızası için güzel amellerde bulunmak ve o nimete Allah’tan başkasını ortak koşmamaktır. Şükür, nimetin sahibine açıkça övgüde bulunmak; bu nimetin bize ulaşmasına vesile olanlara ise gizlice dua etmektir. Kur’an-ı Kerim’in “Rabb-ül Âlemin” e hamd ile başlayıp, “Rabbünnâs” a sığınmakla son bulması ne kadar mânidardır. Rabb-ül Âlemin; bütün âlemlerin terbiye edicisi. Rabbünnas da insanları bütün organlarıyla ve bütün duygularıyla terbiye eden Allah. Âlemlerin terbiyesi, insana baktığı, insanın faydalanmasına en uygun şekilde yapıldığı için, âlemleri terbiye eden ancak insanın Rabbidir. Bir diğer ifadeyle insanın Rabbi ancak âlemleri terbiye eden zât olabilir. İşte insan bu tabloyu tefekkür ettiğinde ruh ve kalbi sonsuz bir minnet, medih ve şükür ile dolar. Allah’a sonsuz hamdeder. Hamd yalnızca Allah’a mahsustur. Şükür ise Allah ( cc ) ile birlikte yarattıklarına da yapılabilir.

Yazının Devamı

NÂS SÛRESİ

Rahmân ve Rahîm olan Allah´ın adıyla

Sûre adını ilk ayetinde geçen ve “insanlar” anlamına gelen “nâs” kelimesinden almıştır. Ayrıca Felak suresiyle birlikte “Muavvizeteyn (Allah’a sığınmayı gösteren iki sûre), Mukaşkışeteyn (Şirkten uzaklaştıran iki sure )” adlarıyla da anılmaktadır. Resûlullah, Felak ve Nâs sûrelerinin en güzel sığınma duaları olduğunu açıklamış ve çok okunmasını tavsiye etmiştir. Peygamberimiz sahabeden Abdullah ibn Hubeyb’e, “Akşam ve sabah olunca İhlas, Felak ve Nâs sûrelerini üçer kere oku, onlar her şeye karşı sana yeter.” buyurmuştur. Yine sahabeden Ukbe b. Amir, “Hz. Peygamber (s.a.s.), bana her namazın arkasından Felak ve Nâs surelerini okumamı emretti” demiştir. Önce mealini verelim. “De ki: “Cinlerden olsun insanlardan olsun, insanların kalplerine vesvese sokan sinsi şeytanın şerrinden insanların rabbine, insanların mâlik ve hâkimine, insanların mabuduna sığınırım!” ﴾1-6﴿

“Rab” ismi, rabbü’d-dâr (ev sahibi), rabbü’l-mâl (mal sahibi) gibi tamlama ile kullanıldığı zaman Allah’tan başkasına da söylenebilir. “Melik” isminin de ondan daha özel olmakla beraber Allah’tan başkasına söylendiği bilinmektedir. Fakat ilâhlık asla şirk kabul etmediği için “Allah’tan başka ilâh yok.”, ilâh ismi şer’an ve hakikaten Allah’a mahsustur. Şu halde Rab daha genel, melik daha özel, ilâh daha da özeldir. Burada ise maksadın, Allah Teâlâ olduğunun iyice anlaşılması için Rabbi’n-nâs, Melik’in-nâs da İlâhi’n-nâs diye tekraren ve açık açık zikredilmiştir. Bazı alimler Rabbi; “Kişiye yaptığını yaptıran, yapmadığını da yaptırmayan güçtür.” diye tanımlamışlardır. Allah Teâlâ yalnız insanların değil, her şeyin Rabbi ve bütün âlem onun Rabliği, Melikliği, İlâhlığı nizamı altındadır. Melik, emir ve yasaklarla insan topluluğunu yöneten kişidir. Bu kelime özellikle akıllı varlıkları yöneten için kullanılır; meselâ “insanların meliki” denir, “eşyanın meliki” denmez. “Mâbud” diye çevrilen ilâhtan maksat da sadece kendisi ibadete lâyık olan Allah’tır. insanları yöneten hükümdarlar, krallar ve bunları tanrı sayıp tapan kavimler geçmişte görülmüştür, bugün de farklı boyut ve tezahürlerde görülebilmektedir. Bu sebeple surede insanların rablerinin de, hükümdarlarının da, ilâhlarının da sadece Allah olduğuna ve yalnızca O’na sığınmak, O’na tapmak, O’nun hükümranlığını tanımak gerektiğine dikkat çekilmiştir.

Yazının Devamı

BİRGİVİ SEMPOZYUMUNUN ARDINDAN

Doksan dokuz bildirinin sunulduğu sempozyumda akademisyenlerimizin sıkça atıflar yaptıkları eserlerin başında Birgivi’nin yazdığı “Vasiyetname” ile “ et-Tarikatü’l-Muhammediyye” isimli eserler biz dinleyicilerin dikkatlerini çekti. Bu yazımda sizlere kısaca bu iki eseri tanıtmaya çalışacağım.

Birgivi’nin bu eseri “İlmihal” veya “Risale-i Birgivi” adlarıyla anılmaktaysa da içerisinde müellifin vasiyetleri olduğundan “ Vasiyetname” adıyla meşhur olmuştur. Türkçe kaleme alınan bu eser inanç, ibadet ve ahlaka dair bir ilmihal kitabı niteliğindedir. Osmanlı döneminde baskısı yapılan ilk dini kitap olma özelliğine sahiptir. Eserdeki vasiyetlerden bir demet sunuyorum sizlere.

“ Kardeşlerime, evlâdıma ve âhiret yolcularına vasiyetimdir ki, Allah teâlânın emrettiği şeyleri yapınız. Kazâya kalmış namazlarınızı kılınız, kalmış zekâtlarınızı veriniz. Oruçlarınızı tutunuz. Üzerinize farz oluyorsa hac yapınız. Her müslümanın öğrenmesi farz-ı ayn olan ilmihâl bilgilerini öğreniniz. Âlimlerin sohbetine devâm ediniz. Güvenilir ve sağlam âlimlerin fetvâsıyla amel ediniz. Herkesin fetvâsıyla amel etmemelidir. Allah teâlânın ismi anıldığı zaman “Teâlâ ve Tebâreke” veya “Azze ve Celle”, “Sübhânallah”, “Cellecelâlüh” diyerek tâzim ediniz. Resûlullah’ın ve diğer Peygamberlerin isimleri anıldığı zaman salevât getirmelidir…

Yazının Devamı

KUR’AN KUR’AN-I TANITIYOR

1- O şanı yüce bir kitaptır.

“Hayır o (yalanlamakta oldukları kitap) şanı yüce bir Kur’an’dır.” (Burûc; 21) “Sâd. O şanlı, şerefli Kur’an’a andolsun (ki o, Allah sözüdür).” (Sâd; 1)

2- İnnlığı en doru yola yönelten bir kitaptır.

Yazının Devamı

İSLÂM KÜLTÜRÜNDE EVLİLİK

İnsanların evliliklerini bu kurallara uygun bir biçimde inşa etme çabası, zaman içinde evlilik üzerinde dinlerin etkisini artırmıştır. Bu durum Yahudilik ve Hıristiyanlık gibi bazı dinlerde evliliği dinî bir kurum haline getirmiştir. Nitekim Yahudilikte üstün ırk kabul edilen Yahudi milletinin devamı için evlenme herkesin yerine getirmek zorunda olduğu dinî bir görev kabul edilmiştir. Hıristiyanlıkta ise evlilik Hz. İsa ile kilisenin birliğini sembolize eden, bu sebeple de çözülemez, bozulamaz bir birlik olarak kabul edilmiştir. Her iki dinde de evliliğin geçerliliği dinî kurallara uygun şekilde kurulmaya bağlıdır. İslâm ise evlilik konusunda bazı hüküm ve tavsiyeler getirmiş olmakla birlikte evliliği dinî değil, hukukî bir kurum olarak görmekte ve büyük önem vermektedir. Toplumun varlığının esası kabul edilen ailenin sağlam bir biçimde devamı evliliğe bağlanmış ve evlilik teşvik edilmiştir.

Bu yazımda sizlere İslâm’da evliliğe verilen önem, evlenmenin dinî hükmü, gayesi, eş seçimi konularında kısa öz bilgiler vermeye çalışacağım.

İslâm’a göre evlilik hukukî bir akittir. Evlenme ile kadınla erkek arasında karşılıklı olarak birtakım haklar ve sorumluluklar kabul edilmiş olmakta; kurulan birlik bir taraftan huzur içinde yaşama ve kötülüklerden korunma için bir vesile, diğer taraftan sağlıklı nesiller yetiştirmek ve toplumun devamı için bir vasıta kılınmaktadır. İslâm’da “İçinizden bekârları… evlendirin”(Nur/32) ayetiyle evlenme emredilmiştir. “Evlenmek benim sünnetimdir.”(İbn Mace, I/592) hadisi de evlenmeyi tavsiye etmektedir. İslâm’da evlenme ayet ve hadislerle teşvik edilmekle birlikte evlenmenin hükmü evlenecek kişinin durumuna göre farzdan harama kadar değişiklik gösterebilmektedir. Şöyle ki İslâm hukukçularına göre evlenmeye gücü yeten ve evlenmediği takdirde zinaya düşeceği kesin olan kişiye evlenmek farzdır. Evlenme imkânına sahip ve evlenmediği zaman zinaya düşüp düşmeyeceğini bilemeyen kimseye evlenmek vaciptir. Evlenmezse zinaya düşmeyeceğine emin olan kimseye evlenmek sünnet-i müekkede dir. Evlendiği zaman evliliğin gereklerini yerine getirememe ihtimali olan kişiye evlenmek mekruh , evliliğin gereklerini yerine getiremeyeceği kesin olan kimseye ise evlenmek haram kabul edilmektedir. Bu durum İslâm’ın evlilikte kişilerin haklarının korunmasına ne kadar önem verdiğini göstermektedir.

Yazının Devamı

HADEME-İ HAYRAT

Geçmişten günümüze din hizmetlerinin icra edile geldiği en önemli mekânlar hiç şüphesiz camilerdir. Camiler dini, ilmi ve sosyal hayatın merkezi olmuş; mukaddes mekânlardır. Camiler, tevhit inancının simgesidir. Hem Allah’a ibadet edilen hem de ilim ve hikmet öğrenilen şerefli mekânlardır. Minareleri tevhidin sembolü, ezanları şahadetin temeli, mihrap, kürsü ve minberleri hak ve hakikatin sesi, safları huzur ve güvenin teminatıdır.

Mübarek mekânlar olan camilerde görev yapan kişilere ecdadımız “hademe-i hayrat” yani din hizmetçileri diyerek onları onurlandırmıştır. Din hizmetine adanmış ömürler, din görevlileri ve din-i mübin-i İslam’ın davetçileri… Kendilerini din hizmetlerine adayan bu insanlar her daim ve her yerde çevresindeki insanlara Allah’ın dininin tebliğ edilmesinde ve kitabının öğretilmesinde hizmet erleri olmuşlardır.

Günümüzde camilerimizde yardımcı hizmetler ve güvenlik hizmetleri yanında müezzin, imam-hatip, Kur’an Kursu öğreticisi, vaiz ve müftü unvanları ile görev yapan görevlilerin hepsi hademe-i hayrat kavramı içerisinde yer alırlar. Bunlar Hz. Âdem ile başlayan İslam davetçileri, Hz. İbrahim’in kabul olunmuş duaları ve Hz. Muhammed’in mirasçılarıdırlar. İnsanlığı beş vakit kurtuluşa çağıran, mihraba can veren, minberden nur saçan, kürsüden ilim, hikmet ve marifetle müminlere yol gösteren mürşitlerdir.

Yazının Devamı