Fahri Sağlık

Fahri Sağlık

İSRA VE MİRAÇ

Miraç, bir yükseliştir. Fiziğin metafiziğe, bedenin ruha, kulun Allah’a yükselişidir.

Bilindiği gibi Peygamber Efendimiz (sas), miraçtan üç büyük hediye ile dönmüştür: Birincisi gözümün nuru, müminlerin miracı dediği namaz; ikincisi Bakara suresinin son iki ayeti; üçüncüsü de bütün mü’minlerin sonunda cennete gireceği müjdesidir. Üç hediye aslında İslâm’ın gayesini sembolize etmektedir. Namaz ile günde beş kez Rabbinin huzurunda durarak bireysel yükselişini gerçekleştiren mü’min, miraç müjdesi ayetlerle sorumluluğunun sınırlarını ve ufuklarını görür. Tevhit elçilerinin ortak misyonunu evrensel ve ideal bir hedef olarak önüne koyar. Toplumsal barışın tarihsel kökeni bu ayetlerle âdeta abideleşir. Ve mü’min, iman istikametinde olduğu sürece cenneti kazanacağını bilir. Böylece imanın evrenselliği, yüceliği, kuşatıcılığı, ebedîliği bir müjde olarak, bir hediye olarak sunulur.

Bugün bize düşen miracın metafizik mahiyetini münakaşa ederek zaman kaybetmek değil, miracın ruhu, manası, hikmeti, hakikati ve evrensel mesajları üzerinde derin derin düşünerek yaşadığımız problemlerimize çözüm aramaktır. Unutmayalım ki dua da bir miraçtır ve dua, Allah ile kul arasında yüksek bir diyalog ve selamlaşmadır. İnsanın bu dünyadaki yalnızlığını gideren en büyük buluşmadır.

Yazının Devamı

FATİHA SURESİ

Övgü ve yüceltilmeye lâyık bir tek Allah’ın varlığı, onun hâkimiyeti, tek mabut oluşu, kulluğun ancak O’na yapılıp O’ndan yardım isteneceği, bu sûrede özlü bir şekilde ifade edilir. Fâtiha sûresi, aynı zamanda baştan başa eşsiz güzellikte bir dua, bir yakarıştır. Fazileti: Gerek yalnızca “elhamdülillâh” vb. şeklinde ifade edilen hamdin ve gerekse bütünüyle Fâtiha sûresinin değeri ve müminin dinî hayatındaki yeri hakkında birçok sahih hadis bulunmaktadır: “Zikrin en üstünü ‘lâ ilâhe illallah’, duanın en yücesi ‘elhamdülillâh’tır.” , “Allah’a hamd ile başlamayan her önemli işin sonu güdüktür.” Yine birçok sahih hadiste Fâtiha sûresinin şifa özelliği ile ilgili açıklamalar yapılmıştır.

Hamd, Âlemlerin Rabbi, Rahmân, Rahîm, hesap ve ceza gününün (ahiret gününün) maliki Allah’a mahsustur. (2- 4 ) Dilimizde övme ve teşekkür etme, Arapça’da medih ve şükür kelimelerinin “hamd” kelimesiyle yakın mana ilişkileri vardır. Hamd, nimetin Allahu Teala’dan geldiğini itiraf etmek, onunla Allah rızası için güzel amellerde bulunmak ve o nimete Allah’tan başkasını ortak koşmamaktır. Şükür, nimetin sahibine açıkça övgüde bulunmak; bu nimetin bize ulaşmasına vesile olanlara ise dua etmektir. Kur’an-ı Kerim’in “Rabb-ül Âlemin’e” hamd ile başlayıp, “Rabbünnâsa” sığınmakla son bulması ne kadar mânidardır. Rabb-ül Âlemin; bütün âlemlerin terbiye edicisi. Rabbünnas da insanı bütün organlarıyla ve bütün duygularıyla terbiye eden Allah. Âlemlerin terbiyesi, insana baktığı, insanın faydalanmasına en uygun şekilde yapıldığı için, âlemleri terbiye eden ancak insanın Rabbidir. Bir diğer ifadeyle insanın Rabbi ancak âlemleri terbiye eden zât olabilir. İşte insan bu tabloyu tefekkür ettiğinde ruh ve kalbi sonsuz bir minnet, medih ve şükür ile dolar. Allah’a sonsuz hamdeder. Hamd yalnızca Allah’a mahsustur. Şükür ise Allah ( cc ) ile birlikte yarattıklarına da yapılabilir.

Rahmân, rahîm ve malik: Rahman ve Rahim, Allah’ın güzel isimlerinden olup çok merhamet eden, esirgeyen ve bağışlayan demektir. Rahman: İyilere de, kötülere de rahmet eden. Yani yarattıklarının hepsine merhamet eden manasınadır. Rahim ise; ahirette yalnız mü’minlere merhamet eden anlamına gelir.

Yazının Devamı

NEFİS MUHASEBESİ

Muhasebe yapmak, insanın önünü görerek ve yere sağlam basarak güvenle yürümesini sağlar. Otokontrol mekanizmasını çalıştırır. İnsanın dil sürçmesi ve ayak kaymalarını önler. Eksik ve kusurlarını tamamlaması, hata ve günahları varsa onlardan tövbekâr olmasını sağlar. Planlı çalışma ve sistemli ilerlemeyi gerçekleştirir. Proje olmadan, finans bulunmadan imar ve inşa yapılamayacağı gibi, muhasebe olmadan yararlı işlerde daim olmak zor hatta imkânsızdır.

Yüce Allah şöyle buyuruyor; “ Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve herkes , yarın için önceden ne göndermiş olduğuna baksın. Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.” (Haşr, 59/18)

Bizim çok uzak gördüğümüz kıyamet, hesap ve mizan gününe Rabbimiz “ yarın” diyor. “…ve herkes , yarın için önceden ne göndermiş olduğuna baksın…” Evet o gün önümüzdedir ve mutlaka gelecektir. Her birimiz bu fani dünyada şu kadar yıl geçirdik. Nasıl geçti anladık mı? Akşam yatıyoruz 7-8 saat uyuyup sabah kalkıyoruz. Bu uzun gibi gözüken zaman diliminin nasıl geçtiğini anlıyor muyuz?

Yazının Devamı

ÜÇ AYLAR

* Yüce Allah’ın değişmez kanunlarından (sünnetullah) birisi de yarattığı varlıklar içinden bazılarını diğerlerine –kendi bildiği bir takım hikmetlere binaen- üstün kılmasıdır. Allah bazı mekânları, bazı zamanları, bazı şahısları diğerlerine üstün kılmıştır. Bu üstün kılma ve seçme tamamen yüce Alla’ın takdiridir.

“Senin Rabbin dilediğini yaratır ve seçer. Onların ise seçim hakkı yoktur.” (Kasas, 68)

“Allah, yaptığından sorumlu tutulamaz; onlar ise sorguya çekileceklerdir.” (Enbiyâ, 23)

Yazının Devamı

İstiklal Marşımız 97 yaşında

Türk milletine “korkmamayı” öğreten, kendisini vatanına ve milletine adayan vatan şairi Mehmet Akif Ersoy’un kaleme aldığı İstiklal Marşı’nın, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde kabulünün üzerinden 97 yıl geçti. Mehmet Akif, derin bir tebliğ ve telkin gücü barındıran İstiklal Marşı’nda, Kurtuluş Savaşı’nın kazanılacağına olan inançla, bağımsızlık, hak, iman, vatan ve din konularını özenle işledi.

Millete ve kahraman orduya armağan ettiği ve imza atmadığı şiiri Safahat adlı eserine de almayan Mehmet Akif, kendisine yöneltilen, “Yeniden yazılsa olmaz mı?” sorusuna, “Allah bir daha bu millete İstiklal Marşı yazdırmasın.” karşılığını vererek ilelebet varlığını sürdürecek milli mutabakat metnine de son noktayı koydu. Milli şiire götüren süreç, 1. Dünya Savaşı’ndan sonra 10 Ağustos 1920’de Sevr Antlaşması’nın imzalanmasıyla başladı. Türkiye’yi parçalayan bu antlaşma, Anadolu’daki mücadele ruhunun da fitilini ateşledi. Sevr’den güç alan itilaf devletlerinin Anadolu’nun pek çok yerindeki işgalleri ile 16 Mart 1920’de İstanbul’un, 15 Mayıs 1919’da da İzmir ve yöresinin Yunanlılar tarafından işgali, Anadolu’da sönmek bilmeyen mücadele ruhunu canlandırdı.

23 Temmuz 1919’da Mustafa Kemal Atatürk’ün başkanlığında Erzurum Kongresi toplandı, 4 Eylül 1919’da da Sivas’ta bir kongre yapıldı. Türkiye’nin, herhangi bir ülkenin bir mandasında yönetilmesi önerileri kesin olarak reddedildi. Sivas Kongresi’nde, Anadolu ve Rumeli’deki müdafaa-i hukuk cemiyetleri birleştirilerek tek cemiyet haline getirildi. Mustafa Kemal Atatürk, Heyet-i Temsiliye üyeleriyle 27 Aralık’ta Ankara’ya gelmesinin ardından olağanüstü yetkileri olan bir Meclisin Ankara’da toplanması çalışmalarına hız verdi.

Yazının Devamı

İYİLİK

Bu yazımda “ tabiat ve aklın güzel gördüğü şey” diye tanımlanan “iyilik” kavramı üzerinde durmak istiyorum. Bilindiği gibi ülkemizde iyilik ve hayır’ın öncü kuruluşu Türkiye Diyanet Vakfı her yıl “Uluslar Arası İyilik Ödülleri” vermek suretiyle dünyada iyiliği ve iyileri teşvik etmektedir. Bu sene ödüller Cumhurbaşkanlığı Külliyesinde 13 Mart Salı günü gerçekleştirilecek törenle sahiplerine verilecektir. İyilik; İslam literatüründe her biri geniş ve derin anlamlara sahip olan farklı kelimelerle ifade edilir. Hayr, hesenat, maruf, birr, isar , ihsan, lütuf, fazl, kerem, maruf… vb kelimeler iyiliği farklı yönleri ile ele alır. Peygamberimiz (s.a.s), hayru’l-beşer, yani insanlığın en hayırlısı ve iyisidir. Bu ümmet de insanlığın yararı için çıkarılmış hayırlı bir ümmettir.(Bkz. Al-i İmran, 110) İyiliği tavsiye etmek, iyiliği yaygınlaştırmaya çalışmak, ve daima iyiden yana taraf olmak, kötülüğe karşı çıkmak, kötülükle mücadele etmek ve onu ortadan kaldırmaya çalışmak bu Ümmet-i Muhammedin en temel misyonudur.

İyiliğe katkı sağlamak için öncelikle iyiliği istemek, iyilikten ve iyilerden yana olmak gerekir. İyi insan, aile ve sosyal hayattaki konumuna göre iyi bir baba/anne, hayırlı evlat, iyi bir kardeş, amca dayı, hala teyze, iyi bir vatandaş, kardeş olmanın gereklerini yerine getirir. Bakara Suresi’nin 201.ayetininde “ Ey Rabbimiz! Bize dünyada da iyilik ve güzellik ver, ahirette de iyilik ve güzellik ver…” bölümündeki dünyada iyilik; sağlık, afiyet, başarı, mutluluk, iman ve ilim gibi konuları, ahirette iyilik ise cennet ve nimetleri şeklinde yorumlanmıştır.

*İyilik, karşılıksız Allah için sevmek ve Allah için buğzetmektir.

Yazının Devamı

UMRE: ÖMRÜN İMARI (2)

Peygamberini “Adı güzel kendi güzel Muhammed” yahut, “Ya Muhammed canım arzular seni” diye seven ve özleyen bir milletin ahfadı Hacca veya Umre’ye gider de sevgili Peygamberinin manevi huzuruna çıkıp onu selamlamadan döner mi? Haz.Peygamber (s.a.v.), kabrinin ziyaret edilmesini tavsiye ve teşvik etmiştir: “ Kim kabrimi ziyaret ederse ona şefaatim vacip olur.”, “ Kim hac yapar da ölümümden sonra kabrimi ziyaret ederse, beni hayatımda ziyaret etmiş gibi olur.” hadis-i şeriflerin muhatabı olmak için umreye giden vatandaşlarımız mutlaka Medine-i Münevvere’yi ziyaret ederler. Bilindiği gibi ülkemizde düzenlenen hac ve umre organizasyonlarında kafilelerin güzergahlarında Medine-i Münevvere ziyareti mutlaka yer alır. Bizim umre kafilemiz de program doğrultusunda önce Medine-i Münevvere’ye uçtu. Medine Havalimanı’nın yeni hizmete giren peronundan hiç bekletilmeden giriş yaparak bizi karşılayan Diyanet İşleri Başkanlığımız görevlileri nezaretinde servis otobüslerimize bindik. Tekbir, tehlil ve salât-ü selamlarla otelimize doğru yol almaya başladık. Mescid-i Nebevî’yi ve civarını görünce heyecandan salât-ü selam sesleri daha da arttı ve “ Ey Allah’ım! Bu, Peygamber’inin haremidir. Onu benim hakkımda cehennem ateşinden, azap ve kötü hesaptan korunmama vesilesi kıl!” diye dualar edildi. Mescid-i Nebevî’nin hemen karşısında bulunan otelimize yerleşir yerleşmez öğle namazı için Mescid-i Nebevî’ye gidip namazlarımızı kıldık. Namazdan sonra otelimizde toplanıp ilk ziyaretimizi gerçekleştirmek için maddi-manevi son hazırlıklarımızı yaptık. Otelimizin kapısından çıkıp yolun karşısına geçer geçmez Mescid-i Nebevî’nin avlusuna giriyorduk. Yeşil kubbe karşımızdaydı artık. Umre yapacak kardeşlerimizin ilk duaları genellikle şöyle idi: “ Ey Allah’ım! Peygamber’in Muhammed’e (s.a.v.) ve onun aile fertlerine salât ve selam et. Günahlarımı bağışla, bize rahmet ve ihsanının kapılarını aç. Yapacağımız Umre’yi yüce katında kabul eyle.”

Bayan İrşad ve Din Görevlilerimiz nezaretinde bayanları kendilerine tahsis edilen bölüme uğurladıktan sonra, beylerle beraber ben ve gruplar din görevlilerimiz ilk ziyaretimizi yapmak için bâbu’s-selâm’a ( selamlama için ana giriş kapısı ) ağır ve sessiz adımlarla yürümeye başladık. Yüce Rabbimize bizlere bahşettiği bu büyük nimete karşı hamd ve şükretmek, sevgili peygamberimizin manevi huzurunda ona sevgi, saygı ve bağlılığımızı arz etmek üzere bâbu’s-selam dan içeriye girer girmez hepimiz tarifi imkansız bir ruh haline büründük. Yüce Allah’ın: “ Ey İman edenler! Seslerinizi Peygamber’in sesinin üstüne yükseltmeyin.” ( el-Hucurat, 49/2 ) diye uyardığı makamdayız. O makamda ona sağlığında olduğu şekilde saygılı davranmak gerekirdi. Bizler de öyle yaptık. Bazı kardeşlerimizin yaptıkları yanlışları bizler yapmadık. Makamda seslerimizi yükseltmedik. Kabrin demir parmaklıklarına fazla yaklaşmadık, duvarlarına el,yüz sürmedik. Göğüslerimizi parmaklıklara yaslamadık. Kabirler etrafında tavaf etmedik. Kardeşlerimize rahatsızlık vermedik. Fotoğraf çekmedik/çektirmedik. Ziyaret süresince Allah Rasûlü’nün (s.a.v.) sanki sağ olup hücre-i saadetinde istirahat etmekte olduğu düşüncesiyle âdâbına uygun olarak sevgi,saygı ve hürmetlerimizi arz ettik. Benzer duygu ve düşüncelerimizi Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer efendilerimize de ifade ettik ve hürmetle çıkış kapısından çıkarak şükür namazlarımızı kılmak üzere tekrar Mescid-i Nebevî’ye girdik. Sevgili Peygamberimizin manevi kokusunu doyasıya içlerimize çekerek ikindi namazına kadar Mescid-i Nebevî’nin o lâhûtî atmosferinde hayatımızın en mutlu anlarını yaşadık. Zira Mescid-i Nebevi’nin huzurlu ortamında alemlere rahmet olan Efendimizin (s.a.v.) manevi atmosferi mü’minleri hoş bir bahar serinliği gibi sarar. Bu manevi atmosfer, ruhen en kirli insanları bile arıtabilecek güçtedir. Ancak bunu hissedebilmek için kalbin ve gönlün bu atmosfere uygun hale getirilmesi gerekir. İkindi namazlarımızı kılıp otelimize döndüğümüzde hanımların yüz ifadeleri hayal kırıklıklarını haykırıyordu. Zira izdihamdan kendilerine sıra gelmediği için çok arzu ettikleri ziyareti gerçekleştirememişlerdi. Kendilerini teselli etmek oldukça zordu ama, yatsı namazından sonraki ziyarette muratlarına erebilecekleri bilgisi ile gözyaşlarını sile sile sükuna erdiler. Artık beş vakit namazı Mescid-i Nebevî’de kılma eylemi başlamıştı. Umre yapacak kardeşlerimiz Mescid-i Nebevî’de kılınacak bir vakit namazın sevabının Mescid-i Haram dışındaki diğer mescitlerde kılınacak bin vakit namaza denk olduğunu çok iyi biliyorlardı. Yatsı namazından sonra hanımlar da ziyaretlerini beylerin gösterdikleri itina ile gerçekleştirdiler. Artık herkes çok mutlu idi. Erkenden kalkıp Mescid-i Nebevî içerisine girerek sabah namazını eda edebilme heyecanı sarmıştı her birini. Zamanı çok iyi değerlendirmek gerekiyordu, zira önümüzde üç günümüz vardı. Abdullah bin Ömer’in “Resulullah buralarda gezerdi, bu ağacın dibinde istirahat ederdi…” diyerek köşe bucak Medine sokaklarında dolaşıp adım adım Efendimizin izini sürmesi gibi kardeşlerim de Allah Rasulü’nün gezip dolaştığı her yeri görmek istiyorlardı. Kendilerine Başkanlığımızın tahsis edeceği otobüslerle Uhud Şehitliği, İki Kıbleli Mescid, Hendek Muharebesinin yapıldığı yer ile Kuba mescidine ziyaretler yapılacağı, ayrıca yürüyerek ziyaret edilmesi uygun görülen yerlere de kafile olarak gidileceği bilgisi verilince mutlu oldular. Önce Mescid-i Nebevî’yi tanıttım kendilerine. Ecdadımızın yaptığı hizmetleri anlattım. Yeşil Kubb’yi Sultan II. Mahmut’un, Minber’i Sultan III.Murat’ın, engüzel mihrab’ı Kanuni Sultan Süleyman’ın yaptırdıklarını hatırlattım. İkinci gün otobüslerle ziyaret mahallerine gittik. Türkiye’den gelen Umre kafilelerinin bölük bölük okçular tepesini tamamen kapladığını görünce yüce milletimizin ne kadar engin bir Allah (c.c.) ve Peygamber sevgisine sahip olduğuna şahit olduk. Üçüncü gün Gamame, Hz.Ebubekir, Hz.Ömer ve Hz.Ali mescitlerini ziyaret ettik. Baki’ Kabristanlığı’na gittik, orada defnedilmiş bulunan başta Hz.Osman, Peygamber Efendimizin bazı eşleri, çocukları, halaları, teyzeleri, amcası Hz.Abbas, torunu Hz. Hüseyin olmak üzere yaklaşık on bin müslümanın ruhlarına ithafen Kur’an-ı kerim okuyup dua ettik. Cuma namazımızı Mescid-i Nebevî’de kıldık. Ravza-i Mutahhara’da imkan dahilinde namazlar kıldık. Artık kar beyazı ihramlara bürünüp “ Lebbeyk! Allahümme Lebbyk… Buyur Allah’ım buyur!..” deme zamanı gelmişti. Biz de öyle yaptık. “ Allah’ım! Umre yapmak istiyoruz. Onu bize kolaylaştır ve kabul buyur.” Diyerek Mekke-i Mükerreme’ye doğru yol almaya başladık. Umremizi tamamlayarak noksansız olarak sağ salim ülkemize döndük.

Yazının Devamı

UMRE: ÖMRÜN İMARI

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Öğrenci, Öğretmen ve Veliler için yarıyıl tatilinde düzenlediği Umre Kafilesine Başkanlıkça beş din görevlisi arkadaşımla birlikte görevlendirildik. On bir gün süren yolculuğumuzda kafilemiz Balıkesir Merkez, Bandırma, Edremit ( Akçay ağırlıklı ) ve bir grupta Çanakkale İlimizden olmak üzere dört grup toplam 162 kişiden oluştu. Kafilemizde Edremit Müftülüğü Kur’an Kursu Öğreticisi Sıddıka Yaşar Hanımefendinin organize ettiği dokuz otistik engelli gencimiz de aile efradı ile birlikte yer aldılar. Bu gençlerimizi umre ile ödüllendiren başta Edremit Müftülüğümüz ile hayırseverlerimize gönülden teşekkür ederim. Ayrıca kafilemize renk ve anlam katan Bandırma İmam-Hatip Ortaokulu öğrenci ve öğretmenlerine de özel olarak teşekkür ediyorum.

Umre, kutsal ziyâretin adıdır. İhrama girilerek başlanır. İhram erkeklerin üzerlerindeki dünyalık her şeyi çıkararak giydikleri iki parça beyaz peştemalden ibaret değildir elbette. İhram; Üzerimizdekileri çıkarttığımız gibi kalbimiz ve beynimizdeki İslam’a aykırı ne kadar duygu ve düşünce varsa hepsini sıyırıp atmaktır. İhramla umrecilerimiz tedavi sürecini başlatmış oldular. Niyet ile arınmaya, paklanmaya, Rabbimiz nezdinde misk gibi kokan bir mü’min olmaya azmettiler. Niyetten sonra telbiye getirdiler. Telbiye; “ Lebbeyk, Allahümme Lebbeyk, Lebbeyke la şerike leke Lebbeyk. İnne’l-hamde ve’nni’mete leke vel mülk. La şerike leke lek” demektir. Anlamı; “ Rabbim davetine sözüm ve özümle tekrar tekrar icabet ettim, emrine uydum.Buyur Allah’ım. Rabbim senin davetine icabet boynumun borcudur. Senin eşin ve ortağın yoktur. Rabbim, bütün varlığımla sana yöneldim. Hamd senin, nimet senin, mülk de senindir. Bütün bunlarda eşin ve ortağın yoktur.” Umrecilerimiz bu telbiye ile ezelde Rabbimize verdikleri misaka sadık olduklarını ikrar ettiler. Kainatta ne varsa hepsinin gerçek sahibinin yüce Allah olduğunu, sahip oldukları her şeyi ( mal, mülk, makam, şan, şöhret…vb ) kendilerine ihsan edenin Rabbimiz olduğunu dile getirdiler.

Beden ve ruh yolculuğu başlamıştır artık. Maddeden manaya yönelen saflık ve temizlik yolculuğu. En ulvi yöneliş gerçekleşmiştir. Kâbeye ve O’nun sahibine yakın olma heyecanı sardı umrecilerimizi. Kabe aslında onlara uzak değildi zaten, ama birde dünya gözüyle görmek vardı Beytullah’ı. Nihayet telbiyeler, tekbirler, tehliller eşliğinde tıpkı namazda imiş gibi ayak parmaklarının ucuna baka baka girdiler Mescid-i Harama. Din görevlileri sık sık uyarıyordu kendilerini “sakın göz ucuyla bakıvereyim demeyin” diye. Sonunda vakit geldi. Grup hocası kaldırın başlarınızı dedi. Yıllardır özlem duydukları, rüyalarında gördükleri “Beytullah” karşılarındaydı. En önemli dualarını yaptılar kabul olması ümidiyle. Kâbe Allah’a ibâdet etmek üzere inşa edilen mabettir. Beytullah (Allah’ın evi) dir. Kabe’ye saygı, onun sâhibi olan Allah’a saygı demektir. Gönül ehli “Ev sâhibi evden daha kıymetlidir.” derler. Allah’ın iki evi vardır; biri Kabe, diğeri kalp. İlki kadar ikincisine de özen göstermek gerekir. Gönül yıkmak Kabe’ye saygısızlıkla eşdeğerde tutulmuştur.

Yazının Devamı

UMRE: ÖMRÜN İMARI...

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Öğrenci, Öğretmen ve Veliler için yarıyıl tatilinde düzenlediği Umre Kafilesine Başkanlıkça beş din görevlisi arkadaşımla birlikte görevlendirildik. On bir gün süren yolculuğumuzda kafilemiz Balıkesir Merkez, Bandırma, Edremit ( Akçay ağırlıklı ) ve bir grupta Çanakkale İlimizden olmak üzere dört grup toplam 162 kişiden oluştu. Kafilemizde Edremit Müftülüğü Kur’an Kursu Öğreticisi Sıddıka Yaşar Hanımefendinin organize ettiği dokuz otistik engelli gencimiz de aile efradı ile birlikte yer aldılar. Bu gençlerimizi umre ile ödüllendiren başta Edremit Müftülüğümüz ile hayırseverlerimize gönülden teşekkür ederim. Ayrıca kafilemize renk ve anlam katan Bandırma İmam-Hatip Ortaokulu öğrenci ve öğretmenlerine de özel olarak teşekkür ediyorum.

Umre, kutsal ziyâretin adıdır. İhrama girilerek başlanır. İhram erkeklerin üzerlerindeki dünyalık her şeyi çıkararak giydikleri iki parça beyaz peştemalden ibaret değildir elbette. İhram; Üzerimizdekileri çıkarttığımız gibi kalbimiz ve beynimizdeki İslam’a aykırı ne kadar duygu ve düşünce varsa hepsini sıyırıp atmaktır. İhramla umrecilerimiz tedavi sürecini başlatmış oldular. Niyet ile arınmaya, paklanmaya, Rabbimiz nezdinde misk gibi kokan bir mü’min olmaya azmettiler. Niyetten sonra telbiye getirdiler. Telbiye; “ Lebbeyk, Allahümme Lebbeyk, Lebbeyke la şerike leke Lebbeyk. İnne’l-hamde ve’nni’mete leke vel mülk. La şerike leke lek” demektir. Anlamı; “ Rabbim davetine sözüm ve özümle tekrar tekrar icabet ettim, emrine uydum.Buyur Allah’ım. Rabbim senin davetine icabet boynumun borcudur. Senin eşin ve ortağın yoktur. Rabbim, bütün varlığımla sana yöneldim. Hamd senin, nimet senin, mülk de senindir. Bütün bunlarda eşin ve ortağın yoktur.” Umrecilerimiz bu telbiye ile ezelde Rabbimize verdikleri misaka sadık olduklarını ikrar ettiler. Kainatta ne varsa hepsinin gerçek sahibinin yüce Allah olduğunu, sahip oldukları her şeyi ( mal, mülk, makam, şan, şöhret…vb ) kendilerine ihsan edenin Rabbimiz olduğunu dile getirdiler.

Beden ve ruh yolculuğu başlamıştır artık. Maddeden manaya yönelen saflık ve temizlik yolculuğu. En ulvi yöneliş gerçekleşmiştir. Kâbeye ve O’nun sahibine yakın olma heyecanı sardı umrecilerimizi. Kabe aslında onlara uzak değildi zaten, ama birde dünya gözüyle görmek vardı Beytullah’ı. Nihayet telbiyeler, tekbirler, tehliller eşliğinde tıpkı namazda imiş gibi ayak parmaklarının ucuna baka baka girdiler Mescid-i Harama. Din görevlileri sık sık uyarıyordu kendilerini “sakın göz ucuyla bakıvereyim demeyin” diye. Sonunda vakit geldi. Grup hocası kaldırın başlarınızı dedi. Yıllardır özlem duydukları, rüyalarında gördükleri “Beytullah” karşılarındaydı. En önemli dualarını yaptılar kabul olması ümidiyle. Kâbe Allah’a ibâdet etmek üzere inşa edilen mabettir. Beytullah (Allah’ın evi) dir. Kabe’ye saygı, onun sâhibi olan Allah’a saygı demektir. Gönül ehli “Ev sâhibi evden daha kıymetlidir.” derler. Allah’ın iki evi vardır; biri Kabe, diğeri kalp. İlki kadar ikincisine de özen göstermek gerekir. Gönül yıkmak Kabe’ye saygısızlıkla eşdeğerde tutulmuştur.

Yazının Devamı

PEYGAMBER HASRETİ

“Muhabbetten Muhammed oldu hasıl

Muhammed’siz Muhabbetten ne hasıl

Yüce Allah’a hamd, sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa’ya sonsuz salat ve selam olsun. Rahmanın misafiri olma şerefine nail olan değerli kardeşlerim.

Yazının Devamı

İBADET AŞKIYLA KUTLU BELDEYE

Yüce Allah’a hamd, sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa’ya sonsuz salat ve selam olsun.

Allah’ın Misafirleri, Sevgili Kardeşlerim !

Umre, Allah (c.c.) ve Resulü’nün sevdasını yüreklerinde taşıyanlar için bir vuslattır.

Yazının Devamı

İBADET AŞKIYLA KUTLU BELDEYE

Yüce Allah’a hamd, sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa’ya sonsuz salat ve selam olsun.

Allah’ın Misafirleri, Sevgili Kardeşlerim !

Umre, Allah (c.c.) ve Resulü’nün sevdasını yüreklerinde taşıyanlar için bir vuslattır.

Yazının Devamı

PEYGAMBER SEVGİSİ

Mü’minlerin gönüllerindeki peygamber sevgisi her dem tazeliğini, zindeliğini ve berraklığını muhafaza eder. Hele Medine-i Münevvere adı duyulunca bu özlem ve hasret zirveye çıkar. İlk fırsatta Hacca veya Umreye giderek özlemlerini gidermeye çalışırlar. Gitmeye imkan bulamayanlar bu hasretlerini gidenlerle selam göndererek hafifletmeye çalışırlar.

Umreye gidenler ise ayrı bir heyecanla, gönüller sultanı’na vuslat coşkusu ile onun ruhaniyeti karşısında hasret gidermeye, emanet edilen salat ve selamları teslim etmeye, gözyaşları içerisinde sevgiliyi ziyarete giderler. Çünkü ay yüzlümüz gül kokulumuz şöyle buyurmuştu:

“Kabrimi ziyaret edene şefaatim sabit bir hak olur.”

Yazının Devamı

Din işleri yüksek kurulunun 2012 tarihli “KÜÇÜKLERİN EVLENDİRİLMESİ KARARI”

Dine/Diyanete itibar suikastı düzenleyenler buna ne diyecek?

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın 9 yaşındaki kız çocuklarının evlendirilebileceğine dair olumlu fetva verdiği yalanı üzerinden ciddi ciddi yorumlar ve haberler yapıldı! Diyanet yuhalandı, kapatılsın kampanyaları açıldı. İlimizde bir İlçe Müftülüğü önünde protesto gösterisi gerçekleştirildi. Diyanet İşleri Başkanlığı üzerinden İslam’ın tartışılır hale getirilmesi ve böylece de özellikle gençler nezdinde dine mesafeli bir duruş sergilenmesi hedeflendi. Bir Müftü olarak böyle bir olayı görmezden gelemezdim. Bu yazımda Diyanet İşleri Başkanlığı’nın küçüklerin evlendirilmesi ile ilgili görüşünü arz ediyorum değerli okurlarıma.

2012 Yılında konumuzla ilgili Din İşleri Yüksek Kurulu Kararında bakınız ne diyor: “Evlenme akdinin en önemli unsurunu taraflar yani evlenecek kişiler oluşturmaktadır. Evlenme ehliyetine sahip ve evlenmelerinde her hangi bir engel bulunmayan herkes, nikâhta taraf olabilir. Evlenme ehliyeti, başkalarının izin ve onayına ihtiyaç olmadan evlenebilme ehliyeti demektir. Bunun için akıl ve ruh sağlığı yanında bâliğ olmak şartı aranır. Küçükler, bunaklar gibi bu iki şarta sahip olmayanlar, hukuk nazarında eda/fiil ehliyeti açısından eksik sayıldıklarından kendi başlarına evlenemezler, ancak velilerinin izni veya onayı ile böyle bir tasarrufta bulunabilirler.

Yazının Devamı

MERHABA

Atalarımız “Önce selam sonra kelâm” demişler. Müslümanlar birbirleriyle karşılaştıklarında, ellerini birbirlerine uzatmadan önce “selamün aleyküm” deyip selamlaşırlar. Selamdan sonra “Hoş geldin” yerin geniş olsun, oturun, rahat olun, başımızın üstünde yerin var, benden sana zarar gelmez… ” manasında “Merhaba” derler.

İnsanlar arasında dostluk, sevgi ve barışın yaygınlaştırılması, müslümanların kalplerinin birbirine ısındırılması açısından büyük önem taşıyan selâm’a dinimiz çok önem vermiştir. Karşılaşan iki müslümandan birinin diğerine “selâmün aleyküm” (es-selâmü aleyküm: Selâm sizin üzerinize olsun, Allah sizi her türlü kaza ve belâdan korusun) demesi, diğerinin de buna aynı mânada karşılık olmak üzere “aleyküm selâm” (ve aleykümü’s-selâm) diye hayır duada bulunması İslam’ın şiarıdır. Selâmda yaygın biçimde bu ifadeler kullanılmakla birlikte “es-selâmü aleyküm ve rahmetüllāhi ve berekâtüh” ifadesiyle verilip “ve aleykümü’s-selâm ve rahmetüllāhi ve berekâtüh” ifadesiyle alınabilmektedir. İslâm âlimleri selâm vermenin sünnet, almanın farz olduğunu ve selâm verenin alana göre daha fazla sevap kazanacağını belirtmiştir.

Selamdan sonra en çok kullanılan karşılama sözcüğü “merhaba” kelimesidir. Yolda, işte, geçekte, sanalda, telefonda karşımızdaki insanlara örf ve gelenek olarak merhaba deriz. Birçoğumuz söylediğimiz bu kelimenin anlamını bile bilmez. Sahi merhaba ne demekti? Bir topluluğa selam verip onların yanına oturduğumuzda bize ‘merhaba’ derler. “Hoş geldin” manasında “Merhaba” demek güzel bir iltifat sözüdür. “Merhabası olmak” yakınlığı ve dostluğu olmak demektir. “Merhabayı kesmek” de yakınlığı ve dostluğu kesmek manasına kullanılır. Merhaba kardeşim benden sana zarar gelmez demekti. Aslında Müslüman kişiden kimseye zarar gelmez, gelmemeli. Müslüman başkalarının elinden ve dilinden emniyette olduğu kimsedir.

Yazının Devamı

MUHASEBE

Bazı alimler muhasebe’yi iki aşamlı bir iş/eylem olarak kabul ederler. Biri geçmişe dönük sorgulama, diğeri geleceğe yönelik planlama. Bu ilke çerçevesinde muhasebe’yi şöyle tanımlayabiliriz; “İnsanın kendisini, yaratılış amacı ve sorumlulukları açısından hesaba çekmesi, iman ve amellerinin kontrolünü yapması, genel durum değerlendirmesi yaparak geleceğe yönelik borçlarını ödeme ve cezalarını affettirme eylem planlarını hazırlamasıdır.”

Muhasebe yapmak, insanın önünü görerek ve yere sağlam basarak güvenle yürümesini sağlar. Otokontrol mekanizmasını çalıştırır. İnsanın dil sürçmesi ve ayak kaymalarını önler. Eksik ve kusurlarını tamamlaması, hata ve günahları varsa onlardan tövbekâr olmasını sağlar. Planlı çalışma ve sistemli ilerlemeyi gerçekleştirir. Proje olmadan, finans bulunmadan imar ve inşa olamayacağı gibi, muhasebe olmadan yararlı işlerde daim olmak zor hatta imkânsızdır.

Yüce Allah şöyle buyuruyor; “ Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve herkes , yarın için önceden ne göndermiş olduğuna baksın. Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.” (Haşr, 59/18)

Yazının Devamı

MESCİD-İ HARÂM, MESCİD-İ NEBÎ VE MESCİD-İ AKSÂ

Ebû Hüreyre (r.a), Hz. Muhammed (s.a.v)’in şöyle buyurduğunu haber vermiştir: “(İbâdet için) sadece şu üç mescide yolculuk yapılır: Mescid-i Harâm, Mescid-i Nebî ve Mescid-i Aksâ…”

Bu mescitlerin üçü de peygamberler eliyle inşa edilmiştir. Mescid-i Haram ve Mescid-i Aksâ Müslümanların kıblesi olmuş, Mescid-i Nebî de, İslâm’ın kuruluş merkezi, ilk mescidi, medeniyetinin ilk müessesesidir. Bu üç mescidi ziyaret tevhit ehlinin büyüklerini ve onların hizmetlerini, mücadelelerini anmaya ve anlamaya vesiledir. Ziyaretçi buralarda kendini tam bir dinî atmosfer, saf, temiz ve yoğun bir kulluk şuuru içinde hisseder, yenilenir, geçmişini hatırlar.

Bu üç mescit, tevhit dininin şeâirlerindendir. (saygı ve tâzime konu olan davranış ve sembollerin bütününü) Bu mescitlerin ziyaretle imarı ve ümranı, tevhit inancının gereğidir. Mescid-i Aksâ, gerek Musevî gerekse, Hristiyanlarca hac merkezi olarak ziyaret edilegelmiştir. Mescid-i Haram da (Kâ’be ) aynı şekilde Müslümanlar tarafından Hz. İbrahim’den buyana ziyaret edilmektedir. Mescid-i Nebî ise, Hz. Peygamber’in hicretini müteakip, Müslümanlarca yolculuk yapılan aslî merkez olmuştur.

Yazının Devamı

KUDÜS’ÜN STATÜSÜ

Doğrusunu söylemek gerekirse statü falan kalmadı aslında. Kabadayı edasıyla ben yaptım oldu diyorlar, olmaz filan dense de dediklerini uyguluyorlar. Türkiye dışında gösterilen göstermelik cılız itirazlar çok geçmeden unutuluyor. Eğer Türkiye olmasaydı çoktan kabul ettireceklerdi Kudüs’ün İsrail’in başkenti oluşunu. Bugün ABD’nin çılgın ve şımarık başkanının desteği ile bunu gerçekleştirmeye çalışıyorlar. Eminiz ki hevesleri kursaklarında kalacaktır. Hele koskoca İslam dünyası bir uyansa… uyandıracak yiğitler var elbette. Mevlam sayılarını artırsın. İşte o zaman gör bakalım zalimlerin akibeti ne olacak. Kaçacak delik, arkasına saklancak bir ağaç veya taş arayacaklar ama nafile. Ağaçlar ve taşlar bile zalimlerin hak ettikleri zezaya çarptırılması için dile gelecek ve arkasına saklananları haber vereceklerdir.

Önce Filistinli kardeşlerimizin yirminci yüzyılın başında, ortasında ve sonunda sahip olduğu topraklara kısaca bir göz atalım.

Görğldüğü gibi yüzyılın başında ve ortasında Kudüs Filistin toprağı. 1948 Tarihinde Birleşmiş Milletler güya bir çözüm buluyor ve kurt-kuzu misali Filistin toprakları İsraile peşkeş çekiliyor. Bu arada Kudüs ikiye bölünerek batısı İsraile, doğusu Ürdün kontrolünde Filistinlilere bırakılıyor. 1967 de İsrail Kudüs’ün tamamını işgal ediyor ve Filistin topraklarına Yahudileri yerleştirerek zapt ediyor.

Yazının Devamı

ŞEFKAT PEYGAMBERİ

Hz. Ali, oğlu Hüseyin’in Resûlullah’ın dost ve arkadaşlarıyla olan münasebetlerini sorduğunda ona şunları anlattı: “Allah Resûlü (sav), her zaman güler yüzlü, yumuşak huylu ve nazikti. Asla kötü huylu, katı kalpli, bağırıp çağıran, çirkin sözlü, kusur bulucu ve cimri değildi. Hoşlanmadığı şeyleri görmezlikten gelir, kendisinden beklentisi olan kimseleri hayal kırıklığına uğratmaz ve onların isteklerini tamamen boşa çıkarmazdı. Üç şeyden titizlikle uzak dururdu: “Ağız kavgası, boşboğazlık ve mâlâyânî( anlamsız, boş, saçma, yararsız (şey, söz)” Şu üç husustan da titizlikle sakınırdı; hiç kimseyi kötülemez, kınamaz ve hiç kimsenin ayıbı ile gizli taraflarını öğrenmeye çalışmazdı. Sadece yararlı olacağını düşündüğü konularda konuşurdu. O konuşurken, meclisinde bulunan dinleyiciler, başlarının üzerine kuş konmuşçasına hiç kımıldamadan kendisine kulak kesilirlerdi. Susunca da konuşma ihtiyacı duyanlar söz alırlardı. Ashâb, onun (s.a.v) huzurunda konuşurlarken birbirleriyle asla ağız dalaşında bulunmazlardı. İçlerinden birisi Resûlullah’ın huzurunda konuşurken, o sözünü bitirinceye kadar, hepsi de can kulağı ile konuşanı dinlerdi. Allah Resûlü’nün katında, onların hepsinin sözü, ilk önce konuşanın sözü gibi ilgi görürdü. Ashâbın güldüklerine kendisi de güler, onların hayret ettikleri şeylere kendisi de hayretlerini ifade ederdi. Huzuruna gelen yabancıların kaba saba konuşmaları ile yersiz sorularının yol açtığı tatsızlıklara sabrederdi. Hatta ashâbı o tür kimseleri yanından çekip uzaklaştırmak isteseler dahi (buna izin vermez yine sabrederdi). Hz. Peygamber (sav) şöyle derdi: “Bir ihtiyacının giderilmesini isteyen biriyle karşılaştığınız zaman ona yardımcı olunuz.” O (sav), ancak yapılan iyiliğe denk düşen ve fazla dalkavukluğa kaçmayan övgüleri kabul eder ve haddi aşmadığı müddetçe hiç kimsenin sözünü kesmezdi. Şayet huzurunda haddi aşacak şekilde konuşulursa o zaman, ya konuşanı susturmak ya da o meclisten kalkıp gitmek suretiyle ona engel olurdu.”

Hz.Muhammed (s.a.v) ümmetine çok düşkündü. Ümmetine olan düşkünlüğü aslında risâletinin ayrılmaz bir vasfıdır, başkası düşünülemez zaten. “Sana uyan müminlere (merhamet) kanadını indir.” şeklindeki ilâhî buyruk, nübüvvet görevinin içine şefkati koyma iradesine işaret etmesinin yanı sıra Allah Resûlü’nün müminlere karşı himaye edici görevine de vurgu yapmaktadır. Himaye edici ama aynı zamanda mütevazı ve merhamet dolu bir ilişkidir bu. Bu şefkate hiçbir dünyevî menfaat ve kaygı da bulaşmamıştır.

İnananların küçük büyük bütün sıkıntılarını paylaşabilecekleri bir peygamber vardı aralarında. O, sosyal mevkisine, hür köle, zengin fakir oluşuna bakmaksızın herkesle ilgilenmiş ve davet edenin davetine icabet etmişti. Özellikle fakirlere, yetim ve kimsesizlere değer vermiş, hatta kimi zaman İslâm’ın ilk talebeleri olan fakir Suffe Ehli’nin ihtiyaçlarının kendi çocuklarınınkinden önde tutmuştu. Ashâbı arasında göremediklerini merak ederek sormuş, onların sorunlarını dinleyerek çözmeye çalışmıştı.

Yazının Devamı

MEVLİD KANDİLİ -1-

29 Kasım Çarşamba’yı Perşembe’ye bağlayan gece, Yüce Rabbimizin bütün âlemlere gönderdiği en son rahmet elçisi Peygamber Efendimiz Muhammed Mustafa (s.a.v)’in hicri takvimle mevlid kandilini idrak edeceğiz.

Yüce Yaratıcının insanlığa gönderdiği en son rahmet elçisi, İlâhî vahyin son ve tamamlayıcı halkası Hz. Muhammed’in Allah’tan getirdiği mesajları anlamak, onun bu doğrultuda ortaya koyduğu örnek ahlâkı özümsemek, ona duyulan derin sevgiyi gönüllerden toplumsal idrake aktarmak amacıyla milletimiz, her yıl artan bir heyecanla onun dünyaya gelişini Mevlid Kandili olarak kutlamaktadır. Kandiller manevî feyziyle daralan gönüllerimizi ferahlatan, zihinlerimizi berraklaştıran gecelerdir.

Kandiller; öze dönüşün, Yüce Yaratanımıza yürekten yakarış ve yönelişin, günahlarla kirlenmeye yüz tutmuş gönüllerimizi arındırmanın, kısaca bize, kendimizi bulma ve bilmenin, nefsin yanıltıcı arzu ve isteklerine dur diyebilme idrakini geliştiren kutlu zaman dilimleridir.

Yazının Devamı

BEN MUALLİM OLARAK GÖNDERİLDİM

“24 Kasım Öğretmenler Günü” kutlu olsun. İnsanlığın atası Hz. Âdem ilk öğretmendir. Allah tealanın elçileri bütün peygamberler bu şerefli görevi yapmışlardır. Özellikle “Ben muallim olarak gönderildim” diyen kâinatın efendisi sevgili peygamberimiz cahiliye toplumu olarak anılan bir toplumu bir gül bahçesine, zamanını asrısaadete çevirerek dünya tarihinde emsaline erişilmez bir öğretmenlik örneği göstermiş, cahiliye toplumunu örnek medeni bir toplum haline getirmiştir.

Hz. Peygamberin öğretmenliği bütün öğretmenlerimizin ilham kaynağı olmalıdır. Tarih boyunca Peygamberlerin varisleri öğretmenlerimize yerine getirdikleri bu şerefli görevleri dolayısıyla hak ettikleri değer verildiği ölçüde medeniyet basamakları yükselmiş, hocasının atının ayağından sıçrayan çamuru mukaddes bilen bir anlayış, tarihte lâyık olduğu değeri görmüştür.

İlk emri “OKU” olan yüce kitabımıza iman etmiş, Hz.Muhammed ( sav )’in “İlim Çin’de de de olsa gidin alın” buyruğunu düstur edinmiş, “Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum” sözünü yol bellemiş bir inancın temsilcileri olan bizler bu değerli insanları bağrımıza basar, saygı ve sevgilerimizi esirgemeyiz. Öğretmenler öldükten sonra da iyi amelleri kesilmeyecek bahtiyar insanlardır. Sevgili peygamberimiz; “İnsan ölünce üç şey dışında ameli kesilir: Sadaka-i câriye (faydası kesintisiz sürüp giden sadaka), kendisinden faydalanılan ilim ve kendisine dua eden hayırlı evlât. ” ( Müslim, Vasiyyet, 14) , “Bir ilim öğreten kimseye-onların sevabında bir eksilme olmaksızın- öğrettiği ilimle amel edenlerin kazandıkları sevap kadar sevap verilir.” ( İbn Mace, Sünnet, 20 ) buyurmuşlardır.

Yazının Devamı

GEÇİMSİZ KİMSEDE HAYIR YOKTUR

Evlilik; aile kurumunu oluşturan, karı-koca arasındaki hayat müşterekliğinin adıdır. Gerçekleştirilen her evlilik bir ömür boyu sürdürülmesi dileği ile başlasa da, ne yazık ki son yıllarda pek çok aile bunu başaramamaktadır. Toplumsal ve dini değerlerin zaafa uğrayarak bireysel değerlerin ön plana çıkması sonucu son yıllarda neredeyse evlenen her altı çiftten biri evliliklerinin ilk beş yılında ayrılır oldu.

“ Türkiye Boşanma Nedenleri Araştırması 2014” verilerine göre belirlenen boşanma nedenlerinin bazıları hakkında yüce dinimizin tavsiyelerine kısaca bir göz atalım:

1- Geçimsizlik:

Yazının Devamı

NEDEN GEÇİNEMİYORUZ? -2-

Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı Aile ve Toplum Hizmetleri Genel Müdürlüğü tarafından yaptırılan “Türkiye Boşanma Nedenleri Araştırması 2014” verilerine göre ülkemizde boşanma nedenleri şöyle sıralanmıştır:

“ Bireylerin boşanmasında en önemli faktör geçimsizlik gelmektedir. Bunu sırasıyla yakın çevre, ilgisizlik ve sorumsuzluk, aldatma, ekonomik sorunlar, şiddet, kötü alışkanlıklar, yaşam tarzı, değerler/hayat görüşü, çocukla ilgili sorunlar, çalışma hayatı, evlilik öncesi eşini yeteri kadar tanımama, hastalık, evlenme yaşı, çocuk sahibi olamamak/istememek, eğitim düzeyi, yaş farkı ve akraba evlilikleri”

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre, 2006-2015 dönemini kapsayan 10 yılda Türkiye’de toplam 6.090.212 çift evlendi, 1.151.591 çift de boşandı. Demek oluyor ki son on yılda evlenen her altı çiftten biri boşanmış. 2006 yılında binde 1,35 düzeyinde olan kaba boşanma hızı (belli bir yıl içinde her bin nüfus başına düşen boşanma sayısı) 2015 yılında binde 1,69’a yükseldi, kaba evlenme hızı (belli bir yıl içinde her bin nüfus başına düşen evlenme sayısı) da binde 9,17’den binde 7,71’e geriledi. Bu rakamlar bize gösteriyor ki evlenme hızı geriledi, boşanma hızı arttı. Geçen yıl 131 bin 830 boşanmanın yaklaşık yüzde 97’sinin sebebi “geçimsizlik” olarak kayıtlara girdi.

Yazının Devamı