İnsan olmanın bedeli: bilim, sınırlar ve karanlıkla yüzleşmek
İnsanoğlu binlerce yıldır bir şeyin peşinde: Kendini aşmak. Daha güçlü olmak, daha uzun yaşamak, hastalıkları alt etmek, doğayı eğip bükmek, ölümü yenmek...
Her çağda başka bir araç bulduk bu uğurda; büyüler, dualar, ilaçlar, makineler…
Şimdi ise bilimsel ilerleme, bize neredeyse tanrısal yetkiler sunuyor.
Ama bir şeyi çoğu zaman atlıyoruz: Her “ilerleme” bizi insanlığımızdan biraz daha uzaklaştırabilir. Çünkü bir sorunun cevabını bulabilmek, o cevabı kullanma hakkını bize otomatik olarak vermez. Her yapılabilir şey, yapılmalı mıdır? İşte bu sorunun cevabı, bugün artık yalnızca felsefenin değil, günlük yaşamın da konusu haline geldi. Genetik müdahaleler, yapay zekâ, biyonik organlar, deneysel tedaviler…
Bunlar sadece laboratuvarlarda değil, kararlarımızın tam ortasında yer alıyor. Bazı insanlar, “iyileştirmek” adına başladıkları yolculukta kendilerini bir dönüşümün içinde buluyor. Fiziksel ya da zihinsel sınırlarını aşmak isterken, bambaşka bir şeye dönüşüyorlar. Bu dönüşüm her zaman görkemli ya da asil değil; bazen karanlık, bazen ürkütücü, bazen ise acıklı. Çünkü insan, ne kadar ileri giderse gitsin, içinde taşıdığı en temel soruyu hep yeniden duyar: Ben hâlâ insan mıyım? Asıl korkunç olan, insanın dış görünüşü değil, içindeki dengesizliktir. Merhamet ile kontrol, güç ile sorumluluk, bilgi ile etik arasındaki çizgi bazen o kadar ince ki, onu geçtiğimizi fark ettiğimizde çok geç olabilir. Bilim bir araçtır; ama nasıl kullandığımız, onu ne kadar anladığımız değil, neden kullandığımızla ilgilidir. Amaç ne zaman “iyilik” olmaktan çıkar da “kibir” olur, işte o anda bir şeyler ters gitmeye başlar.
Modern dünyada bu çatışma her yerde karşımıza çıkıyor.
Sağlık sektöründen teknolojiye, politikadan eğitime kadar her alanda, "doğru olan" ile "yapılabilir olan" arasındaki fark giderek bulanıklaşıyor. Kimi zaman bir kurtuluş çabası, yeni bir canavarı doğurabiliyor. Çünkü içimizdeki boşluk, sadece fiziksel bir eksiklik değil; çoğu zaman kimliğimizle, yalnızlığımızla ve ölüm korkusuyla ilgili derin bir yaradır. Peki çözüm ne? Bilimsel ilerlemeyi durdurmak mı? Hayır. Ama o ilerlemenin içinde, bizi insan yapan şeyleri vicdanı, ölçüyü, empatiyi kaybetmemek. Gücün baştan çıkarıcılığına kapılmadan önce, neden güçlü olmak istediğimizi sormak. Daha hızlı, daha zeki, daha dayanıklı olmak isteyebiliriz.
Ama daha adil, daha duyarlı, daha anlayışlı olmayı da hedeflemeliyiz. Çünkü bazen “iyileşme” arayışı, bir kaçış haline gelir. Kendimizi aşmak isterken, kendimizi yok edebiliriz. Ne pahasına olursa olsun hayatta kalmak, bazen hayatta kalmaya değmez hale gelebilir. Gerçek kurtuluş, ne zaman durulması gerektiğini bilmektir. Bazen karanlıktan geçmek zorundayızdır, evet. Ama karanlığı içimizde taşımaya başladığımızda, yolumuzu kaybetmişiz demektir.
İnsan olmanın bedeli, her zaman yalnızca acı değil;
bazen fazla güç, fazla bilgi, fazla istek de olabilir.
Bu yüzden içimizdeki sınırları bilmek, sadece ahlaki bir görev değil, varoluşsal bir zorunluluktur. Bilimin ilerlemesi kaçınılmaz. Ama insanlığın da onunla birlikte ilerleyebilmesi için, önce şunu unutmamamız gerekir: Her şeyi yapabiliyor olmak, her şeyi yapmamız gerektiği anlamına gelmez.