İçimizdeki Canavarı Tanımadan Kim Olduğumuzu Bilemeyiz

Bazı yaralar görünmezdir. Ne kanar ne iz bırakır. Ama en çok da o görünmeyen yaralardan sızar insan… Çünkü bizler çoğu zaman, başımıza gelenleri değil, içimizde büyüttüğümüz şeyleri yaşarız. Sanırız ki hayat bizim dışımızda olup bitiyor. Oysa fark etmeden kendi gölgemizi takip ediyoruz; kendi karanlığımıza takılıp düşüyoruz.

Peki, hiç düşündünüz mü? Sizi en çok öfkelendiren, kontrolsüzce çıkışlar yaptıran, kırıp döktüren şey ne? Bir insan sizi bu kadar sinirlendirdiğinde, aslında gerçekten kızdığınız şey onun davranışı mı… Yoksa sizin içinizde gizlediğiniz, yıllardır bastırdığınız duygular mı? Belki de o kişi, sadece içinizde yıllardır zincirli duran bir duygunun kapısını araladı. Ve o duygu şimdi serbest kaldı.

Modern yaşamın cilalı yüzüne aldanıyoruz. Sosyal medyada paylaştığımız fotoğraflar kadar mutlu olduğumuzu, giydiğimiz kıyafet kadar değerli hissettiğimizi sanıyoruz. Fakat dışarısı ne kadar parlaksa, içerisi de bir o kadar karmaşık ve kırılgan. Kendimize itiraf edemediğimiz yalnızlıklarımız, eksiklik duygularımız, geçmişte kalan ama zihnimizden hiç çıkmayan anılarımız… Hepsi birer yaratığa dönüşüyor zamanla. Sessizce büyüyorlar. Ve biz, onları yok saydıkça daha da güçleniyorlar.

İşte bu yüzden asıl savaş, dışarıdaki hayatla değil, içerideki karanlıkla. Bazen bir ilişkide, bazen bir başarısızlıkta, bazen basit bir sözde içimizdeki o karanlık harekete geçiyor. En çok sevdiğimiz insanlara en çok zarar verdiğimiz anlar, aslında içsel fırtınalarımızın dışavurumu. “Ben aslında böyle biri değilim” dediğimiz her anda, işte tam da öyle biri olduğumuzu fark ederiz. Ama geç kalmış oluruz. Çünkü bir kere kırılmıştır her şey. Ve belki de bu yüzden hayatın bize sunduğu her krizi bir uyarı, bir alarm gibi görmek gerekir. Çünkü bazı yıkımlar, aslında gecikmiş yüzleşmelerin sonucudur. Yüzleşmediğimiz her duygu, bir gün bir yaratık gibi ortaya çıkar. Bazen bir öfke patlamasında, bazen bir alkol şişesinde, bazen de bir hayattan vazgeçişte. Ve o zaman fark ederiz: Asıl düşman dışarda değil, içerdeymiş.

Peki çözüm ne? Kendimize dürüst olmak. Gerçekten ne hissediyoruz? Neyi bastırıyoruz? Neyi kabullenemiyoruz? Bu sorular kolay değil. Çünkü cevabı genelde hoşumuza gitmiyor. Ama işte o rahatsız edici cevaplar bizi özgürleştiren tek şey. İnsan, içindeki canavarı tanıdığında değişmeye başlar. Onu yok edemez belki ama onu yönetmeyi öğrenir. Ve bu da bir zaferdir. Sessiz, büyük bir zafer.

Bir insan değiştiğinde, etrafındaki her şey az ya da çok değişir. Çünkü içindeki savaşı kazanan bir insan, başkasına savaş açmaz. İçindeki karanlığı tanıyan biri, başkasının karanlığından korkmaz. Ve bu dünyada en çok ihtiyaç duyduğumuz şey de bu değil mi zaten? Korkmamış, yüzleşmiş, kendini tanımış insanlar… Kendinize bir soru sorun: “Ben içimdeki yaratığı tanıyor muyum?” Eğer cevabınızdan korkuyorsanız, o yaratık hâlâ zincirlerini zorluyor demektir. Ve unutmayın; en çok korktuğumuz şey, en çok dönüşmeye hazır olduğumuz şeydir.

Onur Ayan