İçindeki Avcıyla Yüzleşmeye Hazır Mısın?

İnsan, ne zaman gerçekten "kendi" olur? Bu soru, yalnızca felsefi bir merak değil; günümüz toplumunun içinde bulunduğu kırılgan psikolojiyi, bireysel kaygıları ve bastırılmış dürtüleri sorgulamanın da anahtarıdır. Her insan içinde bir avcı taşır. Kimisi bu avcıyı dizginlemeyi öğrenir, kimisi onun esiri olur. Kimisi ise onunla yüzleşmeden ömrünü tüketir. Ama bir gerçek var ki, hayatta kaldığımız kadar hayatta “kim” olduğumuz da önemlidir.

Modern çağın konforlu yapıları, çoğu zaman içimizdeki karanlığı saklar. Kendimize ait olduğunu bile inkâr ettiğimiz yönlerimizi bastırır, makul toplum kalıplarının arkasına hapsederiz. Ne var ki, travma, kayıp, ihanet ya da yalnızlık gibi hayatın kaçınılmaz anları geldiğinde, içimizdeki o ilkel yan başını kaldırır. Avcı sadece dışarıda değil, içeridedir de. Kimi için bu öfke olarak çıkar, kimi için intikam dürtüsü, kimi için ise adalet arayışı gibi görünse de temelde hepsi aynı kaynaktan beslenir: Yaralı bir benlikten.

Her insanın içinde vahşi bir yön vardır; doğaya, güce, kontrol etmeye dair bir özlem... Bu yönümüzü inkâr etmek yerine, onunla nasıl bir ilişki kurduğumuz belirler bizi. Kimimiz, içindeki avcıyı başıboş bırakır ve onun güdüleriyle yaşamaya başlar. Bu kişi artık başkalarının canını yakmadan var olamayan biridir. Kimimizse avcıyı zincirleyip bastırır, ama o zincirler bir gün kırıldığında kontrol edilemeyen bir öfkeye dönüşür. Oysa asıl olgunluk, avcıyı tanımakta ve onu anlamlı bir yöne kanalize edebilmekte gizlidir.

Toplumda bir kahraman ile bir tehdit arasındaki çizgi, çoğu zaman çok incedir. Kimi zaman adalet adına yaptığımız şeyler, bireysel öfkemizin meşrulaştırılmış hâli olabilir. “Ben haklıyım” diyerek yaktığımız her köprü, bizi biraz daha yalnızlaştırır. Oysa gerçek mücadele, dışarıdaki düşmanla değil, içimizdeki puslu gölgeyle verilir. İçindeki avcıyı tanımadan, onunla yüzleşmeden kimse gerçekten özgür olamaz.

Bazılarımız geçmişin travmalarında sıkışıp kalmış, bazılarımız çocukluğunda şekillenen değersizlik duygusunun ağırlığını hâlâ taşımakta. Bizi yıkan bazen bir baba figürü, bazen terk edilmişlik, bazen de ihanet olmuş olabilir. Ama şunu unutmamak gerekir: İçimizdeki öfke ne kadar haklı olursa olsun, onun esiri olursak yönümüzü kaybederiz. O öfke bizi diri tutmak yerine tüketmeye başlar. Ve işte o zaman, av olmaktan korkarken aslında avcıya dönüşürüz.

Bugünün toplumu, sürekli güçlü görünmeyi, kırılmamayı, “üstesinden gelmeyi” empoze ediyor. Ama kimse bize nasıl iyileşeceğimizi öğretmiyor. İçimizdeki karanlığı tanımak zayıflık değil, cesarettir. Çünkü ancak tanıdığımız şeyi dönüştürebiliriz. Kendimizi doğaya, içgüdülerimize, geçmişimize karşı değil; onlarla birlikte yeniden inşa edebiliriz. Gerçek güç, kendini tanıyan ve kendine rağmen merhametli kalabilen insandadır. Bu yüzden içindeki avcıyla yüzleş. Onu bastırmak da, serbest bırakmak da çözüm değil. Onu tanı, dizginle, anlamlı kıl. Hayatın karmaşasında güçlü olmak, yıkmakla değil, korumakla ilgilidir. Çünkü avcı olmak kader değil, seçimdir. Ve her seçim, kim olduğumuzu belirler.