Onur Ayan

Onur Ayan

İnsan olmanın bedeli: bilim, sınırlar ve karanlıkla yüzleşmek

İnsanoğlu binlerce yıldır bir şeyin peşinde: Kendini aşmak. Daha güçlü olmak, daha uzun yaşamak, hastalıkları alt etmek, doğayı eğip bükmek, ölümü yenmek...

Her çağda başka bir araç bulduk bu uğurda; büyüler, dualar, ilaçlar, makineler…

Şimdi ise bilimsel ilerleme, bize neredeyse tanrısal yetkiler sunuyor.

Yazının Devamı

Bir Kız Çocuğu Gülerse Dünya Da Güler

Bir Kız Çocuğu Gülerse Dünya Da Güler

Her sabah kızım okula giderken arkasından bakarım. Çantasının sallanışıyla birlikte, kalbim de gider arkasından… Ve içimden hep aynı dua yükselir: “Kimse onun gözyaşına sebep olmasın. Kimse sesini kısmasın. Kimse ona ‘yapamazsın’ demesin.”

Bugün 11 Ekim, Dünya Kız Çocukları Günü. Bir kutlama değil bu; bir hatırlatma aslında. Çünkü hâlâ milyonlarca kız çocuğu doğduğu yer, taşıdığı soyadı ya da sadece “kız” olduğu için hayallerinden mahrum bırakılıyor.Dünya ilerliyor ama bazı şeyler yerinde sayıyor. Bir yanda robotlar, uzay teknolojileri, yapay zekâ…Diğer yanda okula gidemeyen, erken yaşta evlendirilen, sesini çıkaramayan milyonlarca kız çocuğu…Teknoloji yükseliyor, ama insanlık hâlâ “eşitliği” tam anlamıyla öğrenemedi.

Yazının Devamı

İçindeki Avcıyla Yüzleşmeye Hazır Mısın?

İnsan, ne zaman gerçekten "kendi" olur? Bu soru, yalnızca felsefi bir merak değil; günümüz toplumunun içinde bulunduğu kırılgan psikolojiyi, bireysel kaygıları ve bastırılmış dürtüleri sorgulamanın da anahtarıdır. Her insan içinde bir avcı taşır. Kimisi bu avcıyı dizginlemeyi öğrenir, kimisi onun esiri olur. Kimisi ise onunla yüzleşmeden ömrünü tüketir. Ama bir gerçek var ki, hayatta kaldığımız kadar hayatta “kim” olduğumuz da önemlidir.

Modern çağın konforlu yapıları, çoğu zaman içimizdeki karanlığı saklar. Kendimize ait olduğunu bile inkâr ettiğimiz yönlerimizi bastırır, makul toplum kalıplarının arkasına hapsederiz. Ne var ki, travma, kayıp, ihanet ya da yalnızlık gibi hayatın kaçınılmaz anları geldiğinde, içimizdeki o ilkel yan başını kaldırır. Avcı sadece dışarıda değil, içeridedir de. Kimi için bu öfke olarak çıkar, kimi için intikam dürtüsü, kimi için ise adalet arayışı gibi görünse de temelde hepsi aynı kaynaktan beslenir: Yaralı bir benlikten.

Her insanın içinde vahşi bir yön vardır; doğaya, güce, kontrol etmeye dair bir özlem... Bu yönümüzü inkâr etmek yerine, onunla nasıl bir ilişki kurduğumuz belirler bizi. Kimimiz, içindeki avcıyı başıboş bırakır ve onun güdüleriyle yaşamaya başlar. Bu kişi artık başkalarının canını yakmadan var olamayan biridir. Kimimizse avcıyı zincirleyip bastırır, ama o zincirler bir gün kırıldığında kontrol edilemeyen bir öfkeye dönüşür. Oysa asıl olgunluk, avcıyı tanımakta ve onu anlamlı bir yöne kanalize edebilmekte gizlidir.

Yazının Devamı

İçimizdeki Canavarı Tanımadan Kim Olduğumuzu Bilemeyiz

Bazı yaralar görünmezdir. Ne kanar ne iz bırakır. Ama en çok da o görünmeyen yaralardan sızar insan… Çünkü bizler çoğu zaman, başımıza gelenleri değil, içimizde büyüttüğümüz şeyleri yaşarız. Sanırız ki hayat bizim dışımızda olup bitiyor. Oysa fark etmeden kendi gölgemizi takip ediyoruz; kendi karanlığımıza takılıp düşüyoruz.

Peki, hiç düşündünüz mü? Sizi en çok öfkelendiren, kontrolsüzce çıkışlar yaptıran, kırıp döktüren şey ne? Bir insan sizi bu kadar sinirlendirdiğinde, aslında gerçekten kızdığınız şey onun davranışı mı… Yoksa sizin içinizde gizlediğiniz, yıllardır bastırdığınız duygular mı? Belki de o kişi, sadece içinizde yıllardır zincirli duran bir duygunun kapısını araladı. Ve o duygu şimdi serbest kaldı.

Modern yaşamın cilalı yüzüne aldanıyoruz. Sosyal medyada paylaştığımız fotoğraflar kadar mutlu olduğumuzu, giydiğimiz kıyafet kadar değerli hissettiğimizi sanıyoruz. Fakat dışarısı ne kadar parlaksa, içerisi de bir o kadar karmaşık ve kırılgan. Kendimize itiraf edemediğimiz yalnızlıklarımız, eksiklik duygularımız, geçmişte kalan ama zihnimizden hiç çıkmayan anılarımız… Hepsi birer yaratığa dönüşüyor zamanla. Sessizce büyüyorlar. Ve biz, onları yok saydıkça daha da güçleniyorlar.

Yazının Devamı

Kendini Çok Ciddiye Alanlar Bu Yazıyı Okumasın!

Geçen gün aynada kendime şöyle bir baktım. İtiraf edeyim, bakış “Kim bu şahıs?” bakışıydı. İçimden bir ses dedi ki: "Sende kulp değil, komple demlik yamuk." Ve işte o an büyük gerçeği fark ettim. Hepimiz biraz kulpu kırık çaydanlıklarız bu hayatta. Kimseyi kandırmayalım. İnsan dediğin paketinden yüzde yüz sağlam çıkmıyor. Yolda, okulda, işte, markette, her yerde minik defolarımızla dolaşıyoruz. Kimimizin adım atarken sağ ayağı sola çalışıyor. Kimimiz ATM’de para yatırırken önce kartı ters sokuyor. Kimimiz de akşam yemeğinde “Ben diyetteyim” deyip son dilim baklavayı mideye indirirken yakalanıyor. Ben bu konuda şunu kabul ettim: Kusurlarımızla varız. Hayatı zaten bu kusurlar renklendiriyor.

Şimdi biraz çevrenize bakın. Ofiste “Zoom linkini açamadım” diye toplantıya 15 dakika geç katılan o arkadaş yok mu? Veya markette sıraya girip, sıra kendisine geldiğinde cüzdanı unutmuş olduğunu fark eden kahraman? İşte o insanlar benim kahramanlarım. Çünkü hayatın cilvesine karşı dimdik durabiliyorlar. “Evet, hata yaptım, oh olsun!” diye gülüp geçiyorlar.

Bir de hayatı kusursuz yaşamaya çalışan tipler var… Sabah 6’da yoga yapıp, 6.30’da organik yulaf lapasını hazırlayıp, öğlene kadar 20 e-mail cevaplayanlar. Tamam da kardeşim, biraz yamuk yap ya. İnsan mısın, algoritma mısın belli değil! Onlarla kahve içmek bile stres. "Bu kahve çekirdeği hangi yıla ait?" "Ben genelde yedi saat uykudan fazla almam çünkü fazla uyku odaklanmayı düşürüyor." Pardon da ben iki saatte bir şarjı biten telefon gibiyim, ne yapacağız şimdi?

Yazının Devamı

İçeride Kalanlar ve Dışarıda Büyüyen Korkular

Dış dünya kalabalık, gürültülü ve karmaşık. Her gün yeni bir haber, yeni bir endişe, yeni bir panik dalgası. Bir yerde savaş çıkıyor, bir yerde ekonomi çöküyor, bir başka yerde insanlar sokakta bağırıyor. Hepimiz bu hengâmenin tam ortasında yaşıyoruz ama sahi... Gerçekten yaşıyor muyuz?

Gittikçe içimize kapanıyoruz. Evlerimizi kaleler gibi görüyor, perdeleri sımsıkı kapatıyor, kapıları yalnızca "güvenilir" olana aralıyoruz. Çocuklarımızı "dışarısı tehlikeli" diyerek evde tutuyor, eşimizle konuşurken bile cümlelerimizi tartıyoruz. Sahi, ne zaman bu kadar ürkek ve savunmada olduk? Ne zaman bu kadar yalnızlaştık? Çünkü artık sadece dışarıdaki tehlikelerden değil, içerideki duygulardan da korkar hale geldik.

Korkular, insanların en eski yol arkadaşlarıdır. Ancak onları anlamadan içimize alırsak, sadece yaşadığımız mekânları değil, ilişkilerimizi de sığınaklara dönüştürürüz. Sevgiyi bile bir tür korunma şekline çevirdik artık. Kimse gerçekten incinmek istemiyor. Bu yüzden yakınlıklarımız ölçülü, sarılmalarımız temkinli, dostluklarımız mesafeli. Ne kadar az verirsek, o kadar az kaybederiz diye düşünüyoruz. Ama o “az” zamanla insanlığımızı da küçültüyor.

Yazının Devamı

Hayatın Koçu Aslında Hep Yanımızda

Hayat dediğimiz şey, bazen ne tarafa gittiğimizi bilemediğimiz bir yürüyüşe dönüşebiliyor. Her sabah aynı çalar saat, aynı yollar, aynı yüzler... Ama içimizde hep bir eksiklik. O eksiklik, sadece yorgunluktan değil; yönsüzlükten.

Peki ya yönümüz? Gerçekten doğru yolda mıyız, yoksa sadece yol taklidi yapan bir döngünün içinde mi dönüp duruyoruz?

Sessizlikte Yankılanan SoruBazen gecenin bir yarısında sebepsiz uyanırız. Ne bir ses duyarız ne de bir sebep hatırlarız ama içimizde açıklayamadığımız bir huzursuzluk olur. İşte tam o anda zihnimizde yankılanan soru: “Gerçekten nereye gidiyorsun?”

Yazının Devamı

Kilitli Kapıların Sessiz Hikayesi

Ne gariptir ki, bazen en kıymetli şey “bilgi”nin kendisi değil, o bilginin saklanma biçimidir. Bir olay olur, herkes duyar… Ama kimse bilmez. Çünkü öğrenmek için kapılar kapalı, pencereler örtülü, duvarlar ise ses geçirmez hâle getirilmiştir.

Sorarsınız:

— Peki neden gizli?

Yazının Devamı

Ormanlar Yanıyor, Sessiz Kalanlar Da Suç Ortağı

Türkiye’nin dört bir yanında yükselen alevler sadece ormanlarımızı değil, vicdanlarımızı da yakıyor. Her yaz aynı manzarayı izlemekten bıktık: Gökyüzünü kaplayan duman, yanık kokusuyla boğulan şehirler, sessizliğe gömülmüş orman yolları… Ve ne yazık ki bu yangınların çoğu kader değil; ihmallerin, çıkar hırsının, umursamazlığın sonucu.

Yangın Bilançosu: Veriler Konuşuyor

2024 yılında 3.797 orman yangınında 27.485 hektar orman alanı zarar gördü. Bu oran, sadece bir yıl öncesine kıyasla yangın sayısını ve yanan alanı neredeyse yüzde 50 artırmış durumda.

Yazının Devamı

Koltuk Güç Vermez, Karakteri Ortaya Çıkarır

Siyaset bir hizmet yolculuğudur. Her seçim, bir yetki devridir. Halk size güvenmiştir, size sorumluluk vermiştir. Ama ne yazık ki bu yolculukta zamanla koltuğun etkisiyle değişen yüzlere, unutulan dostluklara ve geride bırakılan değerlere sıkça tanık oluyoruz.

Siyaset uzun bir yolculuktur. Bazen dikenlidir, bazen alkışlarla süslenmiştir. Ama ne olursa olsun, en tehlikeli an, varış noktasına ulaştığınızı sandığınız andır.

Siyaset, bazılarının gözünde bir kariyer basamağıdır, bazılarının gönül davası. Ama unutmamak gerekir ki her iki niyetin de sınandığı yer, oturulan koltuktur. O koltuk, kimini büyütür; kiminin ise maskesini düşürüp, içini dışına çıkarır. Kimse bir günde değişmez. Ama güç eline geçtiğinde kimin ne olduğunu daha net görürüz.

Yazının Devamı

Güvenin Çöktüğü Bir Dünyada İnsan Kalabilir Misin?

Güvenin Çöktüğü Bir Dünyada İnsan Kalabilir Misin?

Düşünün; bir sabah uyandığınızda telefonlarınız çalışmıyor, internet gitmiş, şehir elektriksiz... Ardından kıyı kasabalarını yutan dev dalgalar, günler içinde yayılan bir salgın ve nihayet yüzünü tanıyamadığınız insanlar… Peki bu tablonun en yıkıcı olanı hangisi? Teknolojinin çöküşü mü? Doğanın öfkesi mi? Yoksa artık kimseye güvenememek mi?

İnsanlık tarihine baktığınızda, bizler bin yıllardır doğaya, hastalıklara, savaşlara karşı mücadele etmişiz. Ama en büyük yıkım, dışarıdan değil içeriden geldiğinde olur. Güvendiğiniz insanların aslında size düşman olabileceği bir dünya, fiziksel yıkımdan daha derin bir çöküştür. Çünkü insanı insan yapan sadece beden değil, bağdır. Aile, dostluk, toplum… Hepsi görünmez ama hayatta kalmamızı sağlayan en büyük kalkanlardır. Bir düşünün; bir yabancı size yardım eli uzattığında artık içgüdüsel olarak geri mi çekiliyorsunuz? Güvenmek mi tehlikeli oldu artık, yoksa güvendiğimiz için mi bu kadar kırıldık? Toplum olarak yalnızlaşmamızın temelinde belki de bu soru yatıyor. Birbirimize tahammülümüz azaldı, iletişimimiz koptu, en küçük krizde bile ilk tepkimiz “önce ben” oldu. Ama tarih boyunca insanlar birlikte hayatta kalabildiler. Dayanışma, en büyük hayatta kalma becerimizdi. Kriz anlarında insanlığımızı ölçen şey, bilgi ya da fiziksel güç değil; etik duruşumuzdur. Kimse izlemediğinde de doğru olanı yapabilmek, bir başkasının hayatını kendi hayatın kadar önemseyebilmek… Bu değerler, her çağda hayatta kalmaktan çok daha fazlasını ifade eder. Çünkü güven, sadece karşı tarafa verilen bir ayrıcalık değildir. Aynı zamanda kendi vicdanımızla yaptığımız bir sözleşmedir.

Modern çağın “görünmeyen düşmanları” artık yalnızca virüsler ya da siber saldırılar değil; duygusal yorgunluk, yalnızlık, güvensizlik ve kopukluktur. Ve bu düşmanlar öyle sessiz ilerliyor ki, bir sabah uyandığımızda her şey yerli yerinde gibi görünür ama içten içe çoktan yıkılmış oluruz. İşte bu nedenle, güven duygusu artık lüks değil, hayati bir ihtiyaçtır. Sistemler çöker, şehirler yıkılır, kaynaklar tükenir… Ama birbirimize güvenme yetimizi kaybettiğimizde, geriye hiçbir şey kalmaz. İnsanı güçlü kılan ne teknolojisi, ne silahı, ne zekâsıdır. İnsanı insan yapan; bir başkasına gözünün içine bakarak “senin de acını anlıyorum” diyebilmesidir. Ve işte o anda, felaketin ortasında bile yeniden umut doğabilir. Belki de asıl kıyamet, dışarıdan değil içeriden gelir. Kalabalıklar içinde güvensizce yalnızlaştığımızda, çocuklarımıza korkuyu miras bıraktığımızda, dostluk yerini şüpheye bıraktığında başlar o çöküş. Ama hâlâ geç değil. Her birimizin elinde, güveni yeniden inşa edecek bir tuğla var. Ve o tuğla; anlayış, empati, dürüstlük, cesaret ve en önemlisi umuttur. Güven bir lüks değil; bir toplumun ayakta kalma refleksidir. Eğer onu koruyamazsak, dışarıdaki felaket değil, içimizdeki boşluk yok eder bizi. O yüzden kendinize bugün tek bir soru sorun: Güvenmenin risk olduğu bir dünyada, hâlâ güvenmeye cesaret edebilir misiniz?

Yazının Devamı

Depremle Yüzleşmek Panik Değil Bilgi Hayat Kurtarır

Geçtiğimiz Pazar günü saat 20:00 civarı, merkez üssü Balıkesir’in Sındırgı ilçesi olan 6.1 büyüklüğünde bir deprem yaşadık. Sarsıntı, sadece Balıkesir’de değil, çevre illerde de güçlü şekilde hissedildi. Hepimiz, bir kez daha, unuttuğumuzu sandığımız ama aslında hayatımızın gerçeği olan depremle yüz yüze geldik.

Ben de o sırada evdeydim. Her şey bir anda oldu. Önce hafif bir uğultu, ardından evin derinlerinden gelen o tanıdık titreşim… Birkaç saniye boyunca ne yapacağımı bilemedim, adeta olduğum yere mıhlanmış gibi hissettim. İşte o an, depremden çok, hazırlıksız olmanın korkusu sarar insanın içini. Panik, saniyeler içinde beyninizi ele geçirir; mantıklı düşünmek yerine, sadece kaçmak istersiniz. Ama işte tam burada, bilgi ile panik arasındaki fark ortaya çıkar.

O an aklıma geldi: Deprem sırasında kapıya koşmak, merdivenlere atılmak ya da asansör kullanmak ölümcül bir hata. Asıl yapılması gereken şey, “Çök – Kapan – Tutun” kuralını uygulamak. Sağlam bir masa, koltuk kenarı veya iç duvar dibine çömelip başınızı kollarınızla korumak, sarsıntı geçene kadar sabit durmak… Deprem anında atacağınız her adım, aslında hayatta kalma şansınızı belirler.

Yazının Devamı

Krizde Karakter Ortaya Çıkar, Maskeler Kaybolur

Büyük felaketlerin, salgınların, savaşların ya da kitlesel yıkımların ortasında kaybolan yalnızca hayatlar değil; insanlığın en temel değerleri de birer birer gözden düşer. Böyle zamanlarda kimse kimseyi gerçek adıyla hatırlamaz; insanlar artık sadece “yük”, “tehdit” ya da “engel”dir.

Ne mesleğiniz, ne unvanınız, ne bankadaki paranız sizi tanımlar; sizi siz yapan tek şey, o anda verdiğiniz kararlardır. Ve asıl kim olduğunuz, işte o karar anlarında açığa çıkar.

Yazının Devamı

Cinsiyet Değil, Cesaret Öne Çıksın!

Bir sabah uyandığınızda, dünyadaki tüm toplumsal rollerin yer değiştirdiğini hayal edin. Güç, kontrol, karar verme, geçim sağlama, ev işi, bakım, fedakârlık, duygu bastırma ya da duygu yükü… Bütün bunlar tersine dönmüş. Kadınlar erkek gibi, erkekler kadın gibi davranıyor değil; sistemik olarak kadınlara biçilen roller erkeklere, erkeklere yüklenen toplumsal güç ise kadınlara geçmiş. Düşünün: Otobüste yer verilen erkekler, “kız gibi ağlama” nasihatleri alan erkek çocukları değil, “erkek gibi ağlama” diye aşağılanan kız çocukları var. Patronlar kadın, sekreterler erkek. Gülümsemesi, dış görünüşü, evdeki becerileri ve nazik konuşmasıyla “beğenilmek zorunda” olanlar artık erkekler… Ve her fırsatta “doğasında yok zaten” denilerek yönetimden, siyasetten, sanayiden dışlananlar da erkekler.

Yadırgadınız mı? Öyleyse doğru yerdesiniz. Çünkü yadırgadığınız şey, aslında bugün milyonlarca kadının ve çocuğun içinde yaşadığı gerçeklik. Fakat biz o gerçekliğe o kadar alıştık ki fark etmez olduk. Kadının “yardımcı” olması normal; erkeklerin daha çok kazanması makul; kızların narin olması, erkeklerin güçlü olması, kızın ağlaması, erkeğin susması... Biz tüm bunlara “doğal” dedik. Oysa doğa değil, toplumsal kurgu böyle şekillendirdi bizi. İşte tam da bu yüzden, tersine çevrilmiş bir dünya fikri bize bu kadar tuhaf geliyor. Çünkü hayatlarımızı şekillendiren cinsiyet rollerini birer “gerçeklik” gibi değil, “mutlaklık” gibi görüyoruz. Bu rolleri kim çizdi, neye göre çizdi, neden sorgulamadan kabulleniyoruz… Bilmiyoruz. Bu farkındalıkla şu soruyu sormanın zamanı: Eğer toplumsal roller bu kadar kolay yer değiştirebiliyorsa, yani “erkek adam susar”, “kadın evinde güzel” gibi yargılar bir gecede tersine çevrilebiliyorsa… Bu rollerin ne kadarı doğal, ne kadarı dayatma?

Bazı çevrelerde hâlâ “fıtrat” kelimesiyle savunulan cinsiyet ayrımı, aslında yıllar süren kültürel birikimlerin, eğitim politikalarının, aile geleneklerinin ve dini siyasi iktidarların bilinçli veya bilinçsiz müdahalesiyle şekillendi. Kadınların gülmesi, erkeklerin ağlaması, kadınların çalışması, erkeklerin ev işi yapması… Bunlar ne günah ne ayıp ne de genetik. Ama öyleymiş gibi öğrettik nesillere. Daha da çarpıcısı şu: Herkes bir role sıkıştı. Kadınlar özgürlük hayali kurarken, erkekler de duygularını bastırmaya zorlandı. Biri görünmez olmak zorunda kalırken, diğeri duygusuz olmak zorunda kaldı. Bu sistem ne kadınları ne erkekleri mutlu etti. Sadece konforlu alışkanlıklarımıza hizmet etti. Oysa bugün, bu rollerin ötesine geçme zamanı. Artık çocuklara “erkek gibi güçlü”, “kadın gibi nazik” yerine, “kendin gibi ol” deme zamanı. Evde, işte, okulda, sokakta cinsiyet değil, insanlık üzerinden değer biçme zamanı. Çünkü potansiyel, yetenek ve karakter cinsiyetle sınırlanamaz.

Yazının Devamı

Konuşmak Mı, Anlamak Mı?

Günümüz dünyasında en çok eksikliğini hissettiğimiz şeylerden biri ne para ne zaman ne de bilgi... En çok eksik olan şey, anlaşmak. Yani birbirimizi gerçekten anlamaya çalışmak, ortak bir yol bulmak. Ama ne yazık ki çoğumuz bu eksikliği fark etmeden yaşamaya devam ediyoruz. Oysa hayat dediğimiz şey, baştan sona uzlaşmalarla dolu. Sabah evden çıkmadan önce başlayan bir süreç bu. Eşinle, çocuğunla, annenle...

Biri “bugün ben arabayı alacağım” der, diğeri “çocuğu sen bırakacaktın” der. Daha kahvaltı bile bitmeden ilk uzlaşma çabası başlar. Gün içinde iş yerinde patronla, iş arkadaşıyla, belki müşterilerle başka türlüsü gelir önümüze. Akşam markette kasiyerle, otobüste yan koltuktakiyle, mahallede komşuyla… Hayat, hep küçük büyük uzlaşma anlarının toplamı aslında. Ama biz çoğu zaman bunu fark etmiyoruz. Daha doğrusu, uzlaşmayı çoğunlukla tartışmak, inatlaşmak, haklı çıkmak sanıyoruz. Oysa anlaşmak; konuşmayı değil, dinlemeyi bilenlerin işidir.

Zor bir konuyu konuşmadan önce durup düşünmek gerekir: Ben ne istiyorum? Karşımdaki neden böyle hissediyor olabilir? Bu tartışmanın sonunda sadece haklı mı çıkmak istiyorum, yoksa gerçekten bir çözüm mü bulmak? Bakın çevrenize. En çok dinlenen, sözüne en çok güvenilen insanlar; sürekli konuşanlar değil. Sessizce bakan, düşünerek yanıt veren, önce karşısındakini dinleyen insanlar. Mesela bir öğretmeni düşünün. Sınıfta yüksek sesle bağıran, sürekli kurallar sıralayan bir öğretmen mi daha etkili olur, yoksa her öğrenciyi tanıyıp ihtiyaçlarını anlayan bir öğretmen mi? Ya da bir doktor... Sadece reçete yazan değil, hastasının gözünün içine bakarak “Neyin var?” diye soran doktor, daha fazla güven vermez mi? Aynı şey anne-baba olmak için de geçerli, yönetici olmak için de. Çocuğunuz sizden sadece kural değil, anlayış da bekler. İş yerindeki çalışanlarınız maaş zammı kadar, fikirlerinin dinlenmesini de önemser. Çünkü insanlar konuşulmaktan çok, duyulmak ister. Bir tartışmada kazananı belirleyen sesin yüksekliği değildir. Asıl kazanan, sabırlı olan, empati kurabilen ve zamanlamayı doğru yapan kişidir. Bazen doğru şeyi söylemek bile, yanlış zamanda söylendiğinde ters tepebilir.

Yazının Devamı

Günlük Hayatın Görünmeyen Direnişi

Hayat, çoğu zaman büyük lafların, gösterişli başarıların ve alkışların etrafında döner gibi görünür. Oysa gerçek hayat; hiç konuşulmadan geçip giden, görünmeyen ama içten içe yaşanan mücadelelerle doludur. Bugün toplumun sokaklarında, arka mahallelerinde, hastane odalarında, kamu dairelerinde ya da işsizliğin gölgesinde umutla bekleyen yüzbinlerce insanın sessiz direnişi var. Bu direniş; ne manşetlere taşınır, ne de sosyal medya beğenileriyle ödüllendirilir. Ama bir toplumun ayakta kalabilmesini sağlayan temel yapı taşı tam olarak budur: Her şeye rağmen yeniden başlama iradesi.

Zorluklarla başa çıkanlar sadece bireyler değil; aslında toplumun ta kendisidir. Bugün geçim derdinde olan milyonlarca emekli, artan kiralarla baş etmeye çalışan genç çiftler, çocuğunu okutmak için iki işte birden çalışan anneler, eğitim hayatını borçla sürdüren öğrenciler… Her biri, kendi hikâyesinin başrolünde. Her biri, sabah uyandığında önce sorumluluklarını hatırlayan, sonra da içindeki “devam et” gücünü bulan sessiz kahramanlar.

Bir hastane koridorunda, elindeki tahlil sonuçlarına bakan ve içinden sessizce dua eden baba… Küçük bir kasabada, eşini kaybetmiş ama evladını okutmak için tarlaya sabah erkenden giden kadın… Şehir merkezinde, diplomayla market reyonlarına başvuran genç… Bunların hiçbiri tesadüf değil. Bunlar bir sistemin sonucudur. Ve aynı zamanda, direnmenin, yeniden başlama kararlılığının da göstergesidir. Ama toplum olarak ne yazık ki bu hikâyelere alışığız. Hatta çoğu zaman gözümüzün önünde yaşansa bile görmemezlikten geliyoruz. Çünkü başkalarının mücadelesi, kendi konforumuzu bozmadığı sürece bize dokunmaz. Oysa esas olan; o mücadeleleri görmek, anlamak ve kolektif bir bilinçle desteklemektir.

Yazının Devamı

Modern Dünyada Unuttuğumuz Gerçeklik: Kırılganlığımız

İnsanoğlu, her şeyi kontrol edebileceğini sandığı bir çağda yaşıyor. Parmaklarımızın ucundaki teknolojiyle dünyayı yönettiğimizi, doğayı ehlileştirdiğimizi, kaderimizi kendi ellerimize aldığımızı düşünüyoruz. Oysa bu büyük özgüvenin arkasında unutulmuş bir gerçek var: Ne kadar ileri gidersek gidelim, doğa karşısında hâlâ kırılganız.

Şehirlerin ışıkları, asfalt yollar, ekranlara sığdırılmış hayatlar… Hepsi bize bir güvenlik hissi sunuyor. Fakat gerçek şu ki, modern konforun dışında kalan ilk anda çıplak kalıyoruz; hem fiziksel hem de ruhsal anlamda. Bir cep telefonunun çekmediği, internetin olmadığı, medeniyetin kıyısına vurduğumuz bir anda başlıyoruz yüzleşmeye: Kendi iç sesimizle, korkularımızla, sınırlarımızla.

Hayatta kalma içgüdüsü, hepimizin içine doğuştan yerleştirilmiş bir mekanizma. Ancak biz onu yıllardır susturuyoruz. Günlük hayatın karmaşasında, trafikte sinirlenirken ya da sosyal medyada beğeni kovalarken, aslında yaşamla kurduğumuz bağı yitiriyoruz. Halbuki doğayla baş başa kaldığımızda, o içgüdü sessizce başını kaldırıyor. Bizi en yalın hâlimizle tanıştırıyor.

Yazının Devamı

Gülümseyen Yüzlerin Ardındaki Çatlaklar

Bazı acılar sessizdir. Ne çığlık atar, ne gözyaşı döker. Kalabalık bir odada, kahkahaların ortasında da hissedilir; hatta en çok da orada kendini belli eder. Çünkü modern insanın en büyük illüzyonu, dış görünüşün içeride olup biteni temsil ettiğini sanmasıdır. Gülen bir insanın mutlu, düzenli bir evin huzurlu, parlak bir hayatın dolu dolu olduğunu varsayarız. Oysa gerçekler her zaman sahnenin önünde değil, perde arkasında yaşanır.

Bugünün dünyasında acı, sanki utanılacak bir şey gibi saklanıyor. İnsanların “Nasılsın?” sorusuna verdiği otomatik “İyiyim” cevabı, çoğu zaman bir kaçış. Aslında herkes biraz kırık, biraz eksik, biraz yorgun. Ama kimse bunu söylemeye cesaret edemiyor. Çünkü kırılganlığımızı açık edersek, zayıf sanılmaktan, dışlanmaktan, hatta sevilmemekten korkuyoruz. O yüzden duygularımızı estetik süslemelerle sarıp sarmalıyoruz. Kederimizi süsleyip ‘anı’ haline getiriyor, içimizdeki fırtınayı dışarıya serin bir esinti gibi sunuyoruz. Ama susturulan her duygu, bir yerlerde yankılanır. Bastırılan her haykırış, gece uyumadan önce zihnimizin duvarlarını tırmalar. Kendimizi kandırarak sürdüğümüz hayatlar, günün sonunda bizi en çok kendimize yabancılaştırır.

Toksik ilişkiler, yalnızca partnerle kurulan bağlarda yaşanmaz. Bazen ailemizle, bazen arkadaşlarımızla, hatta bazen kendi iç sesimizle kurduğumuz ilişki bile zehirli olabilir. Özellikle sevilme arzusu, çoğu insanı “olmadığı biri” olmaya zorlar. Kendin olmaktan vazgeçtiğin anda başkası tarafından kabul görmenin anlamı ne kalır? Sahip olduğumuz tek gerçek kimlik, kendi içimizdeki sesken, neden onu kısmak zorunda kalıyoruz?

Yazının Devamı

Sınırlarımız Nerede Başlar, Nerede Biter?

Bazen bir kriz, insanın gerçekte kim olduğunu gösteren aynadır. Bildiğimiz dünya sarsıldığında, konfor alanlarımız birer birer elimizden alındığında, elimizde kalan tek şey, kararlarımızdır. İşte tam da bu yüzden, zor zamanlar yalnızca bir felaket değil; aynı zamanda bir sınavdır. Ahlaki pusulamızın çalışıp çalışmadığı, en karanlık anlarda belli olur.

Bugün, içinde yaşadığımız çağda da benzer sınavlar karşımızda duruyor. Bazen bir savaş, bazen bir doğal afet, bazen de görünmeyen düşmanlar: salgınlar, iklim krizi, yabancılaşma… Bu tehditlerin her biri, insanlığın neye dönüşeceğini belirliyor. Bu noktada tek bir soru var: Hayatta kalmak mı, insan kalmak mı?

Hayatta kalmak, her zaman yeterli değil. Çünkü bazen yaşamakla sürüklenmek arasında büyük bir fark vardır. Modern insan, artık yalnızca nefes almayı yeterli sayıyor. Oysa asıl mesele, nefes alırken nefes verebilmektir. Yardım etmek, paylaşmak, anlamaya çalışmak… Bunlardır bizi biz yapan.

Yazının Devamı

Güç, Cesaret Ve İnsan Olmak Üzerine

Güç, herkesi bulur ama herkes onu taşıyamaz. Güç, yalnızca fiziksel kuvvet değildir. Yetki, bilgi, mevki, para, kalabalıkları etkileme kabiliyeti… Bunların her biri birer güç formudur. Ve insan, gücü eline aldığında aslında en büyük sınavına da giriş yapar. Güç, çoğu zaman insanın içindeki en çıplak gerçeği ortaya çıkarır. Bazısı gücü paylaşmak yerine saklar, bazısı onunla başkalarını ezer. Bazısıysa, elindekinin kıymetini anlar ve bununla iyilik yayar. Gerçek şu ki, güç masum değildir; ama onunla ne yaptığımız, bizi ya erdemli yapar ya da yitip gidenlerden biri hâline getirir.

İyilikle Kötülük Arasında İnce Bir Yol

Herkesin içinde bir yerlerde hem karanlık hem aydınlık saklıdır. Bir insana ne kadar güvenilebileceği, onun kötü hissettiği günlerde nasıl davrandığıyla ölçülür. Toplumlar da böyledir; kriz anlarında, yoksullukta, korkuda ya birleşir ya da dağılır. Peki biz hangisini seçiyoruz? Birbirimizin omzuna mı yaslanıyoruz, yoksa göz göze bile gelmeden sırt mı dönüyoruz? Kötülük, bir anda ortaya çıkmaz. Sessiz kalınan adaletsizlikler, görmezden gelinen haksızlıklar birikir; sonunda bir toplumun ruhunu karartır. İyilik ise küçücük bir cesaret anında doğar. Bir çocuğun elinden tutmak, haksızlığa “hayır” demek, paylaşmak… Bunlar zincirleme büyür, sessiz devrimlere dönüşür.

Yazının Devamı

Susulan Her Şey Bir Gün İçimizde Çığlık Olur

Hayat, sadece yaşanılan bir süreç değil, sürekli bir sınavdır. Herkesin baktığı yer farklı, herkesin taşıdığı yük başka.

Ama çoğu zaman aynı cümlenin içine sıkıştırılırız: “Elalem ne der?” Bu cümle, nice duygunun, nice hayalin, nice gerçeğin üzerini örter. Çünkü bazen kendin olmak için değil, görünmek için yaşarsın. Ve işte o zaman başlar içindeki o sessiz çöküş.

Bu baskının cinsiyete, yaşa ve hatta hayata bakışa göre farklı yansımaları vardır. Kadınlar, çoğu zaman kendilerine değil, başkalarının gözünden nasıl göründüklerine göre yaşamaya mecbur bırakılır. Fazla güldüğünde ‘hafif’, duygularını dile getirdiğinde ‘açık saçık’, suskun kaldığında ise ‘ezik’ sanılır. Oysa içinde fırtınalar kopuyordur. Ama anlatamaz. Çünkü kadınlara öğretilen ilk şey, susmanın saygınlık olduğudur. Ama suskunluk bir meziyet değil, bir yük olur zamanla. Kadın, çoğu zaman önce annesinin, sonra eşinin, sonra toplumun hayalini yaşar. Kendi hayali hep ‘bir gün belki’ye ertelenir. Fakat bazı kadınlar vardır; ne olursa olsun içindeki o ışığı bastırmaz. Bastırsa bile o ışık bir gün, hiç beklenmeyen bir anda sızar dışarı. Ve işte o an, özgürlüğün ilk nefesi alınır.

Yazının Devamı

Duruşun Konuştuğu Yerde Kelimeler Susar

İnsan, konuşmadan da çok şey anlatabilir. Üstelik çoğu zaman kelimelerden çok daha fazlasını…

Bir doktorun hastasını karşılarken ki yüz ifadesi, bir avukatın duruşmada ki el hareketi, bir öğretmenin öğrencilerine dönerken ki bakışı, bir garsonun tezgâha yaslanma biçimi…

Her biri ardında güçlü bir mesaj bırakır. Çünkü beden, ruhun sesi kadar, profesyonelliğin de aynasıdır.

Yazının Devamı

Bir Camın Ardındaki Hayat Soğukta Sıcak Kalabilmek

Hiç düşündünüz mü, insanın sınırları tam olarak nerede başlar, nerede biter? Bugünün modern insanı için hayatta kalmak, belgesellerin konusu olmuş gibi. Sıcak evlerimizde, ekranlarımızın karşısında, her şey kontrol altında sanıyoruz. Ama hayat, tokadını ansızın indirir. Bir bakmışsınız, her şey bir camın ardında kalmış. Dışarısı buz gibi, içerisi sessiz ve umutsuz. İnsanı asıl sınayan şey, ne kadar konforlu bir yerde olduğu değil, o yerin ne zaman daralıp bir kafese dönüşeceğidir. Çünkü insan bazen dört duvar arasına değil, kendi düşüncelerinin içine hapsolur. Burası bir hastane odası olabilir, bir sıra kuyruğu, bir evin içi ya da sadece "normal" kabul ettiğimiz gündelik bir rutin. Zaman yavaşladığında, sesler sustuğunda, kalabalıklar çekildiğinde geriye sadece bir şey kalır: Sen… Ve o anda sorarsın kendine: Ben kimim?

Zor zamanlar, insanı süzer. Gerçek duygular, maskesiz yüzler, içten gelen sözler yalnızca kriz anlarında görünür olur. Çünkü güzel günlerde herkes yan yanadır. Ama asıl birlik, açken, korkarken, kaybederken belli olur. O yüzden soralım: Birlikte kalmak mı, yoksa yalnız ama sağ kalmak mı? Toplumlar da insanlar gibidir. Afetlerde, kayıplarda, acılarda şekillenir. Birlik, çiçekli masalarda değil; soğukta titrerken omuz omuza durabilenler arasında kurulur.

Konfor bazen fark ettirmeden bizi içten çürütür. Her şey yerli yerindeyken bile, ruhumuz eksilir. Çünkü rahatlık alışkanlık getirir, alışkanlık da farkındalığı siler. Ne zaman bir şeyler ters gider, işte o zaman dış dünyanın değil, içimizin sıcaklığına güvenmemiz gerekir. Direnmek sadece fiziksel bir güç meselesi değildir. İnanç ister, cesaret ister, paylaşmak ister. Gerçek ısı insanın içindedir. Onu ne kalorifer verir, ne güneş. Ancak insan insanla ısınır.

Yazının Devamı

Dost Vardı Eskiden… Şimdi Takipçi Sayılıyor…

Bir zamanlar mahalle aralarında dostluklar kurulurdu, arkadaşlıklar mendil kapmaca kadar sahiciydi.

80’li ve 90’lı yıllarda büyüyenler çok iyi bilir, arkadaş demek sadece oyun arkadaşı değil, aynı zamanda sokakta birlikte büyüdüğün, gizli gizli ilk hayallerini fısıldadığın, düşüp dizin kanadığında seni sırtında taşıyan kişiydi. O zamanlar “dost” kelimesi lügatımızda ağırdı. Herkese verilmezdi. “Kanka” lafı pek yoktu, “kardeşim gibidir” denirdi. Ekmek arası sucuk paylaşılırdı, yarısını vermek değil, yarısını alabilmekti ayıp olan. Paylaşmak vardı, hesap sormak yoktu. Bir arkadaşınla küssen bile, okula gelmediğinde öğretmenin “Nerede kaldı?” sorusuna en önde parmak kaldırıp “Bugün gelecekti, demek ki hastalandı!” cevabını verirdin.

Çünkü dostunun yokluğuna bahane değil, mazeret uydururdun. O derece sahiplenirdin. Telefon yoktu belki, ama kapı zilinin ritmi bile kodlanmıştı:

Yazının Devamı