Hiç düşündünüz mü, insanın sınırları tam olarak nerede başlar, nerede biter? Bugünün modern insanı için hayatta kalmak, belgesellerin konusu olmuş gibi. Sıcak evlerimizde, ekranlarımızın karşısında, her şey kontrol altında sanıyoruz. Ama hayat, tokadını ansızın indirir. Bir bakmışsınız, her şey bir camın ardında kalmış. Dışarısı buz gibi, içerisi sessiz ve umutsuz. İnsanı asıl sınayan şey, ne kadar konforlu bir yerde olduğu değil, o yerin ne zaman daralıp bir kafese dönüşeceğidir. Çünkü insan bazen dört duvar arasına değil, kendi düşüncelerinin içine hapsolur. Burası bir hastane odası olabilir, bir sıra kuyruğu, bir evin içi ya da sadece "normal" kabul ettiğimiz gündelik bir rutin. Zaman yavaşladığında, sesler sustuğunda, kalabalıklar çekildiğinde geriye sadece bir şey kalır: Sen… Ve o anda sorarsın kendine: Ben kimim?
Zor zamanlar, insanı süzer. Gerçek duygular, maskesiz yüzler, içten gelen sözler yalnızca kriz anlarında görünür olur. Çünkü güzel günlerde herkes yan yanadır. Ama asıl birlik, açken, korkarken, kaybederken belli olur. O yüzden soralım: Birlikte kalmak mı, yoksa yalnız ama sağ kalmak mı? Toplumlar da insanlar gibidir. Afetlerde, kayıplarda, acılarda şekillenir. Birlik, çiçekli masalarda değil; soğukta titrerken omuz omuza durabilenler arasında kurulur.
Konfor bazen fark ettirmeden bizi içten çürütür. Her şey yerli yerindeyken bile, ruhumuz eksilir. Çünkü rahatlık alışkanlık getirir, alışkanlık da farkındalığı siler. Ne zaman bir şeyler ters gider, işte o zaman dış dünyanın değil, içimizin sıcaklığına güvenmemiz gerekir. Direnmek sadece fiziksel bir güç meselesi değildir. İnanç ister, cesaret ister, paylaşmak ister. Gerçek ısı insanın içindedir. Onu ne kalorifer verir, ne güneş. Ancak insan insanla ısınır.