Onur Ayan

Onur Ayan

Kilitli Kapıların Sessiz Hikayesi

Ne gariptir ki, bazen en kıymetli şey “bilgi”nin kendisi değil, o bilginin saklanma biçimidir. Bir olay olur, herkes duyar… Ama kimse bilmez. Çünkü öğrenmek için kapılar kapalı, pencereler örtülü, duvarlar ise ses geçirmez hâle getirilmiştir.

Sorarsınız:

— Peki neden gizli?

Yazının Devamı

Ormanlar Yanıyor, Sessiz Kalanlar Da Suç Ortağı

Türkiye’nin dört bir yanında yükselen alevler sadece ormanlarımızı değil, vicdanlarımızı da yakıyor. Her yaz aynı manzarayı izlemekten bıktık: Gökyüzünü kaplayan duman, yanık kokusuyla boğulan şehirler, sessizliğe gömülmüş orman yolları… Ve ne yazık ki bu yangınların çoğu kader değil; ihmallerin, çıkar hırsının, umursamazlığın sonucu.

Yangın Bilançosu: Veriler Konuşuyor

2024 yılında 3.797 orman yangınında 27.485 hektar orman alanı zarar gördü. Bu oran, sadece bir yıl öncesine kıyasla yangın sayısını ve yanan alanı neredeyse yüzde 50 artırmış durumda.

Yazının Devamı

Koltuk Güç Vermez, Karakteri Ortaya Çıkarır

Siyaset bir hizmet yolculuğudur. Her seçim, bir yetki devridir. Halk size güvenmiştir, size sorumluluk vermiştir. Ama ne yazık ki bu yolculukta zamanla koltuğun etkisiyle değişen yüzlere, unutulan dostluklara ve geride bırakılan değerlere sıkça tanık oluyoruz.

Siyaset uzun bir yolculuktur. Bazen dikenlidir, bazen alkışlarla süslenmiştir. Ama ne olursa olsun, en tehlikeli an, varış noktasına ulaştığınızı sandığınız andır.

Siyaset, bazılarının gözünde bir kariyer basamağıdır, bazılarının gönül davası. Ama unutmamak gerekir ki her iki niyetin de sınandığı yer, oturulan koltuktur. O koltuk, kimini büyütür; kiminin ise maskesini düşürüp, içini dışına çıkarır. Kimse bir günde değişmez. Ama güç eline geçtiğinde kimin ne olduğunu daha net görürüz.

Yazının Devamı

Güvenin Çöktüğü Bir Dünyada İnsan Kalabilir Misin?

Güvenin Çöktüğü Bir Dünyada İnsan Kalabilir Misin?

Düşünün; bir sabah uyandığınızda telefonlarınız çalışmıyor, internet gitmiş, şehir elektriksiz... Ardından kıyı kasabalarını yutan dev dalgalar, günler içinde yayılan bir salgın ve nihayet yüzünü tanıyamadığınız insanlar… Peki bu tablonun en yıkıcı olanı hangisi? Teknolojinin çöküşü mü? Doğanın öfkesi mi? Yoksa artık kimseye güvenememek mi?

İnsanlık tarihine baktığınızda, bizler bin yıllardır doğaya, hastalıklara, savaşlara karşı mücadele etmişiz. Ama en büyük yıkım, dışarıdan değil içeriden geldiğinde olur. Güvendiğiniz insanların aslında size düşman olabileceği bir dünya, fiziksel yıkımdan daha derin bir çöküştür. Çünkü insanı insan yapan sadece beden değil, bağdır. Aile, dostluk, toplum… Hepsi görünmez ama hayatta kalmamızı sağlayan en büyük kalkanlardır. Bir düşünün; bir yabancı size yardım eli uzattığında artık içgüdüsel olarak geri mi çekiliyorsunuz? Güvenmek mi tehlikeli oldu artık, yoksa güvendiğimiz için mi bu kadar kırıldık? Toplum olarak yalnızlaşmamızın temelinde belki de bu soru yatıyor. Birbirimize tahammülümüz azaldı, iletişimimiz koptu, en küçük krizde bile ilk tepkimiz “önce ben” oldu. Ama tarih boyunca insanlar birlikte hayatta kalabildiler. Dayanışma, en büyük hayatta kalma becerimizdi. Kriz anlarında insanlığımızı ölçen şey, bilgi ya da fiziksel güç değil; etik duruşumuzdur. Kimse izlemediğinde de doğru olanı yapabilmek, bir başkasının hayatını kendi hayatın kadar önemseyebilmek… Bu değerler, her çağda hayatta kalmaktan çok daha fazlasını ifade eder. Çünkü güven, sadece karşı tarafa verilen bir ayrıcalık değildir. Aynı zamanda kendi vicdanımızla yaptığımız bir sözleşmedir.

Modern çağın “görünmeyen düşmanları” artık yalnızca virüsler ya da siber saldırılar değil; duygusal yorgunluk, yalnızlık, güvensizlik ve kopukluktur. Ve bu düşmanlar öyle sessiz ilerliyor ki, bir sabah uyandığımızda her şey yerli yerinde gibi görünür ama içten içe çoktan yıkılmış oluruz. İşte bu nedenle, güven duygusu artık lüks değil, hayati bir ihtiyaçtır. Sistemler çöker, şehirler yıkılır, kaynaklar tükenir… Ama birbirimize güvenme yetimizi kaybettiğimizde, geriye hiçbir şey kalmaz. İnsanı güçlü kılan ne teknolojisi, ne silahı, ne zekâsıdır. İnsanı insan yapan; bir başkasına gözünün içine bakarak “senin de acını anlıyorum” diyebilmesidir. Ve işte o anda, felaketin ortasında bile yeniden umut doğabilir. Belki de asıl kıyamet, dışarıdan değil içeriden gelir. Kalabalıklar içinde güvensizce yalnızlaştığımızda, çocuklarımıza korkuyu miras bıraktığımızda, dostluk yerini şüpheye bıraktığında başlar o çöküş. Ama hâlâ geç değil. Her birimizin elinde, güveni yeniden inşa edecek bir tuğla var. Ve o tuğla; anlayış, empati, dürüstlük, cesaret ve en önemlisi umuttur. Güven bir lüks değil; bir toplumun ayakta kalma refleksidir. Eğer onu koruyamazsak, dışarıdaki felaket değil, içimizdeki boşluk yok eder bizi. O yüzden kendinize bugün tek bir soru sorun: Güvenmenin risk olduğu bir dünyada, hâlâ güvenmeye cesaret edebilir misiniz?

Yazının Devamı

Depremle Yüzleşmek Panik Değil Bilgi Hayat Kurtarır

Geçtiğimiz Pazar günü saat 20:00 civarı, merkez üssü Balıkesir’in Sındırgı ilçesi olan 6.1 büyüklüğünde bir deprem yaşadık. Sarsıntı, sadece Balıkesir’de değil, çevre illerde de güçlü şekilde hissedildi. Hepimiz, bir kez daha, unuttuğumuzu sandığımız ama aslında hayatımızın gerçeği olan depremle yüz yüze geldik.

Ben de o sırada evdeydim. Her şey bir anda oldu. Önce hafif bir uğultu, ardından evin derinlerinden gelen o tanıdık titreşim… Birkaç saniye boyunca ne yapacağımı bilemedim, adeta olduğum yere mıhlanmış gibi hissettim. İşte o an, depremden çok, hazırlıksız olmanın korkusu sarar insanın içini. Panik, saniyeler içinde beyninizi ele geçirir; mantıklı düşünmek yerine, sadece kaçmak istersiniz. Ama işte tam burada, bilgi ile panik arasındaki fark ortaya çıkar.

O an aklıma geldi: Deprem sırasında kapıya koşmak, merdivenlere atılmak ya da asansör kullanmak ölümcül bir hata. Asıl yapılması gereken şey, “Çök – Kapan – Tutun” kuralını uygulamak. Sağlam bir masa, koltuk kenarı veya iç duvar dibine çömelip başınızı kollarınızla korumak, sarsıntı geçene kadar sabit durmak… Deprem anında atacağınız her adım, aslında hayatta kalma şansınızı belirler.

Yazının Devamı

Krizde Karakter Ortaya Çıkar, Maskeler Kaybolur

Büyük felaketlerin, salgınların, savaşların ya da kitlesel yıkımların ortasında kaybolan yalnızca hayatlar değil; insanlığın en temel değerleri de birer birer gözden düşer. Böyle zamanlarda kimse kimseyi gerçek adıyla hatırlamaz; insanlar artık sadece “yük”, “tehdit” ya da “engel”dir.

Ne mesleğiniz, ne unvanınız, ne bankadaki paranız sizi tanımlar; sizi siz yapan tek şey, o anda verdiğiniz kararlardır. Ve asıl kim olduğunuz, işte o karar anlarında açığa çıkar.

Yazının Devamı

Cinsiyet Değil, Cesaret Öne Çıksın!

Bir sabah uyandığınızda, dünyadaki tüm toplumsal rollerin yer değiştirdiğini hayal edin. Güç, kontrol, karar verme, geçim sağlama, ev işi, bakım, fedakârlık, duygu bastırma ya da duygu yükü… Bütün bunlar tersine dönmüş. Kadınlar erkek gibi, erkekler kadın gibi davranıyor değil; sistemik olarak kadınlara biçilen roller erkeklere, erkeklere yüklenen toplumsal güç ise kadınlara geçmiş. Düşünün: Otobüste yer verilen erkekler, “kız gibi ağlama” nasihatleri alan erkek çocukları değil, “erkek gibi ağlama” diye aşağılanan kız çocukları var. Patronlar kadın, sekreterler erkek. Gülümsemesi, dış görünüşü, evdeki becerileri ve nazik konuşmasıyla “beğenilmek zorunda” olanlar artık erkekler… Ve her fırsatta “doğasında yok zaten” denilerek yönetimden, siyasetten, sanayiden dışlananlar da erkekler.

Yadırgadınız mı? Öyleyse doğru yerdesiniz. Çünkü yadırgadığınız şey, aslında bugün milyonlarca kadının ve çocuğun içinde yaşadığı gerçeklik. Fakat biz o gerçekliğe o kadar alıştık ki fark etmez olduk. Kadının “yardımcı” olması normal; erkeklerin daha çok kazanması makul; kızların narin olması, erkeklerin güçlü olması, kızın ağlaması, erkeğin susması... Biz tüm bunlara “doğal” dedik. Oysa doğa değil, toplumsal kurgu böyle şekillendirdi bizi. İşte tam da bu yüzden, tersine çevrilmiş bir dünya fikri bize bu kadar tuhaf geliyor. Çünkü hayatlarımızı şekillendiren cinsiyet rollerini birer “gerçeklik” gibi değil, “mutlaklık” gibi görüyoruz. Bu rolleri kim çizdi, neye göre çizdi, neden sorgulamadan kabulleniyoruz… Bilmiyoruz. Bu farkındalıkla şu soruyu sormanın zamanı: Eğer toplumsal roller bu kadar kolay yer değiştirebiliyorsa, yani “erkek adam susar”, “kadın evinde güzel” gibi yargılar bir gecede tersine çevrilebiliyorsa… Bu rollerin ne kadarı doğal, ne kadarı dayatma?

Bazı çevrelerde hâlâ “fıtrat” kelimesiyle savunulan cinsiyet ayrımı, aslında yıllar süren kültürel birikimlerin, eğitim politikalarının, aile geleneklerinin ve dini siyasi iktidarların bilinçli veya bilinçsiz müdahalesiyle şekillendi. Kadınların gülmesi, erkeklerin ağlaması, kadınların çalışması, erkeklerin ev işi yapması… Bunlar ne günah ne ayıp ne de genetik. Ama öyleymiş gibi öğrettik nesillere. Daha da çarpıcısı şu: Herkes bir role sıkıştı. Kadınlar özgürlük hayali kurarken, erkekler de duygularını bastırmaya zorlandı. Biri görünmez olmak zorunda kalırken, diğeri duygusuz olmak zorunda kaldı. Bu sistem ne kadınları ne erkekleri mutlu etti. Sadece konforlu alışkanlıklarımıza hizmet etti. Oysa bugün, bu rollerin ötesine geçme zamanı. Artık çocuklara “erkek gibi güçlü”, “kadın gibi nazik” yerine, “kendin gibi ol” deme zamanı. Evde, işte, okulda, sokakta cinsiyet değil, insanlık üzerinden değer biçme zamanı. Çünkü potansiyel, yetenek ve karakter cinsiyetle sınırlanamaz.

Yazının Devamı

Konuşmak Mı, Anlamak Mı?

Günümüz dünyasında en çok eksikliğini hissettiğimiz şeylerden biri ne para ne zaman ne de bilgi... En çok eksik olan şey, anlaşmak. Yani birbirimizi gerçekten anlamaya çalışmak, ortak bir yol bulmak. Ama ne yazık ki çoğumuz bu eksikliği fark etmeden yaşamaya devam ediyoruz. Oysa hayat dediğimiz şey, baştan sona uzlaşmalarla dolu. Sabah evden çıkmadan önce başlayan bir süreç bu. Eşinle, çocuğunla, annenle...

Biri “bugün ben arabayı alacağım” der, diğeri “çocuğu sen bırakacaktın” der. Daha kahvaltı bile bitmeden ilk uzlaşma çabası başlar. Gün içinde iş yerinde patronla, iş arkadaşıyla, belki müşterilerle başka türlüsü gelir önümüze. Akşam markette kasiyerle, otobüste yan koltuktakiyle, mahallede komşuyla… Hayat, hep küçük büyük uzlaşma anlarının toplamı aslında. Ama biz çoğu zaman bunu fark etmiyoruz. Daha doğrusu, uzlaşmayı çoğunlukla tartışmak, inatlaşmak, haklı çıkmak sanıyoruz. Oysa anlaşmak; konuşmayı değil, dinlemeyi bilenlerin işidir.

Zor bir konuyu konuşmadan önce durup düşünmek gerekir: Ben ne istiyorum? Karşımdaki neden böyle hissediyor olabilir? Bu tartışmanın sonunda sadece haklı mı çıkmak istiyorum, yoksa gerçekten bir çözüm mü bulmak? Bakın çevrenize. En çok dinlenen, sözüne en çok güvenilen insanlar; sürekli konuşanlar değil. Sessizce bakan, düşünerek yanıt veren, önce karşısındakini dinleyen insanlar. Mesela bir öğretmeni düşünün. Sınıfta yüksek sesle bağıran, sürekli kurallar sıralayan bir öğretmen mi daha etkili olur, yoksa her öğrenciyi tanıyıp ihtiyaçlarını anlayan bir öğretmen mi? Ya da bir doktor... Sadece reçete yazan değil, hastasının gözünün içine bakarak “Neyin var?” diye soran doktor, daha fazla güven vermez mi? Aynı şey anne-baba olmak için de geçerli, yönetici olmak için de. Çocuğunuz sizden sadece kural değil, anlayış da bekler. İş yerindeki çalışanlarınız maaş zammı kadar, fikirlerinin dinlenmesini de önemser. Çünkü insanlar konuşulmaktan çok, duyulmak ister. Bir tartışmada kazananı belirleyen sesin yüksekliği değildir. Asıl kazanan, sabırlı olan, empati kurabilen ve zamanlamayı doğru yapan kişidir. Bazen doğru şeyi söylemek bile, yanlış zamanda söylendiğinde ters tepebilir.

Yazının Devamı

Günlük Hayatın Görünmeyen Direnişi

Hayat, çoğu zaman büyük lafların, gösterişli başarıların ve alkışların etrafında döner gibi görünür. Oysa gerçek hayat; hiç konuşulmadan geçip giden, görünmeyen ama içten içe yaşanan mücadelelerle doludur. Bugün toplumun sokaklarında, arka mahallelerinde, hastane odalarında, kamu dairelerinde ya da işsizliğin gölgesinde umutla bekleyen yüzbinlerce insanın sessiz direnişi var. Bu direniş; ne manşetlere taşınır, ne de sosyal medya beğenileriyle ödüllendirilir. Ama bir toplumun ayakta kalabilmesini sağlayan temel yapı taşı tam olarak budur: Her şeye rağmen yeniden başlama iradesi.

Zorluklarla başa çıkanlar sadece bireyler değil; aslında toplumun ta kendisidir. Bugün geçim derdinde olan milyonlarca emekli, artan kiralarla baş etmeye çalışan genç çiftler, çocuğunu okutmak için iki işte birden çalışan anneler, eğitim hayatını borçla sürdüren öğrenciler… Her biri, kendi hikâyesinin başrolünde. Her biri, sabah uyandığında önce sorumluluklarını hatırlayan, sonra da içindeki “devam et” gücünü bulan sessiz kahramanlar.

Bir hastane koridorunda, elindeki tahlil sonuçlarına bakan ve içinden sessizce dua eden baba… Küçük bir kasabada, eşini kaybetmiş ama evladını okutmak için tarlaya sabah erkenden giden kadın… Şehir merkezinde, diplomayla market reyonlarına başvuran genç… Bunların hiçbiri tesadüf değil. Bunlar bir sistemin sonucudur. Ve aynı zamanda, direnmenin, yeniden başlama kararlılığının da göstergesidir. Ama toplum olarak ne yazık ki bu hikâyelere alışığız. Hatta çoğu zaman gözümüzün önünde yaşansa bile görmemezlikten geliyoruz. Çünkü başkalarının mücadelesi, kendi konforumuzu bozmadığı sürece bize dokunmaz. Oysa esas olan; o mücadeleleri görmek, anlamak ve kolektif bir bilinçle desteklemektir.

Yazının Devamı

Modern Dünyada Unuttuğumuz Gerçeklik: Kırılganlığımız

İnsanoğlu, her şeyi kontrol edebileceğini sandığı bir çağda yaşıyor. Parmaklarımızın ucundaki teknolojiyle dünyayı yönettiğimizi, doğayı ehlileştirdiğimizi, kaderimizi kendi ellerimize aldığımızı düşünüyoruz. Oysa bu büyük özgüvenin arkasında unutulmuş bir gerçek var: Ne kadar ileri gidersek gidelim, doğa karşısında hâlâ kırılganız.

Şehirlerin ışıkları, asfalt yollar, ekranlara sığdırılmış hayatlar… Hepsi bize bir güvenlik hissi sunuyor. Fakat gerçek şu ki, modern konforun dışında kalan ilk anda çıplak kalıyoruz; hem fiziksel hem de ruhsal anlamda. Bir cep telefonunun çekmediği, internetin olmadığı, medeniyetin kıyısına vurduğumuz bir anda başlıyoruz yüzleşmeye: Kendi iç sesimizle, korkularımızla, sınırlarımızla.

Hayatta kalma içgüdüsü, hepimizin içine doğuştan yerleştirilmiş bir mekanizma. Ancak biz onu yıllardır susturuyoruz. Günlük hayatın karmaşasında, trafikte sinirlenirken ya da sosyal medyada beğeni kovalarken, aslında yaşamla kurduğumuz bağı yitiriyoruz. Halbuki doğayla baş başa kaldığımızda, o içgüdü sessizce başını kaldırıyor. Bizi en yalın hâlimizle tanıştırıyor.

Yazının Devamı

Gülümseyen Yüzlerin Ardındaki Çatlaklar

Bazı acılar sessizdir. Ne çığlık atar, ne gözyaşı döker. Kalabalık bir odada, kahkahaların ortasında da hissedilir; hatta en çok da orada kendini belli eder. Çünkü modern insanın en büyük illüzyonu, dış görünüşün içeride olup biteni temsil ettiğini sanmasıdır. Gülen bir insanın mutlu, düzenli bir evin huzurlu, parlak bir hayatın dolu dolu olduğunu varsayarız. Oysa gerçekler her zaman sahnenin önünde değil, perde arkasında yaşanır.

Bugünün dünyasında acı, sanki utanılacak bir şey gibi saklanıyor. İnsanların “Nasılsın?” sorusuna verdiği otomatik “İyiyim” cevabı, çoğu zaman bir kaçış. Aslında herkes biraz kırık, biraz eksik, biraz yorgun. Ama kimse bunu söylemeye cesaret edemiyor. Çünkü kırılganlığımızı açık edersek, zayıf sanılmaktan, dışlanmaktan, hatta sevilmemekten korkuyoruz. O yüzden duygularımızı estetik süslemelerle sarıp sarmalıyoruz. Kederimizi süsleyip ‘anı’ haline getiriyor, içimizdeki fırtınayı dışarıya serin bir esinti gibi sunuyoruz. Ama susturulan her duygu, bir yerlerde yankılanır. Bastırılan her haykırış, gece uyumadan önce zihnimizin duvarlarını tırmalar. Kendimizi kandırarak sürdüğümüz hayatlar, günün sonunda bizi en çok kendimize yabancılaştırır.

Toksik ilişkiler, yalnızca partnerle kurulan bağlarda yaşanmaz. Bazen ailemizle, bazen arkadaşlarımızla, hatta bazen kendi iç sesimizle kurduğumuz ilişki bile zehirli olabilir. Özellikle sevilme arzusu, çoğu insanı “olmadığı biri” olmaya zorlar. Kendin olmaktan vazgeçtiğin anda başkası tarafından kabul görmenin anlamı ne kalır? Sahip olduğumuz tek gerçek kimlik, kendi içimizdeki sesken, neden onu kısmak zorunda kalıyoruz?

Yazının Devamı

Sınırlarımız Nerede Başlar, Nerede Biter?

Bazen bir kriz, insanın gerçekte kim olduğunu gösteren aynadır. Bildiğimiz dünya sarsıldığında, konfor alanlarımız birer birer elimizden alındığında, elimizde kalan tek şey, kararlarımızdır. İşte tam da bu yüzden, zor zamanlar yalnızca bir felaket değil; aynı zamanda bir sınavdır. Ahlaki pusulamızın çalışıp çalışmadığı, en karanlık anlarda belli olur.

Bugün, içinde yaşadığımız çağda da benzer sınavlar karşımızda duruyor. Bazen bir savaş, bazen bir doğal afet, bazen de görünmeyen düşmanlar: salgınlar, iklim krizi, yabancılaşma… Bu tehditlerin her biri, insanlığın neye dönüşeceğini belirliyor. Bu noktada tek bir soru var: Hayatta kalmak mı, insan kalmak mı?

Hayatta kalmak, her zaman yeterli değil. Çünkü bazen yaşamakla sürüklenmek arasında büyük bir fark vardır. Modern insan, artık yalnızca nefes almayı yeterli sayıyor. Oysa asıl mesele, nefes alırken nefes verebilmektir. Yardım etmek, paylaşmak, anlamaya çalışmak… Bunlardır bizi biz yapan.

Yazının Devamı

Güç, Cesaret Ve İnsan Olmak Üzerine

Güç, herkesi bulur ama herkes onu taşıyamaz. Güç, yalnızca fiziksel kuvvet değildir. Yetki, bilgi, mevki, para, kalabalıkları etkileme kabiliyeti… Bunların her biri birer güç formudur. Ve insan, gücü eline aldığında aslında en büyük sınavına da giriş yapar. Güç, çoğu zaman insanın içindeki en çıplak gerçeği ortaya çıkarır. Bazısı gücü paylaşmak yerine saklar, bazısı onunla başkalarını ezer. Bazısıysa, elindekinin kıymetini anlar ve bununla iyilik yayar. Gerçek şu ki, güç masum değildir; ama onunla ne yaptığımız, bizi ya erdemli yapar ya da yitip gidenlerden biri hâline getirir.

İyilikle Kötülük Arasında İnce Bir Yol

Herkesin içinde bir yerlerde hem karanlık hem aydınlık saklıdır. Bir insana ne kadar güvenilebileceği, onun kötü hissettiği günlerde nasıl davrandığıyla ölçülür. Toplumlar da böyledir; kriz anlarında, yoksullukta, korkuda ya birleşir ya da dağılır. Peki biz hangisini seçiyoruz? Birbirimizin omzuna mı yaslanıyoruz, yoksa göz göze bile gelmeden sırt mı dönüyoruz? Kötülük, bir anda ortaya çıkmaz. Sessiz kalınan adaletsizlikler, görmezden gelinen haksızlıklar birikir; sonunda bir toplumun ruhunu karartır. İyilik ise küçücük bir cesaret anında doğar. Bir çocuğun elinden tutmak, haksızlığa “hayır” demek, paylaşmak… Bunlar zincirleme büyür, sessiz devrimlere dönüşür.

Yazının Devamı

Susulan Her Şey Bir Gün İçimizde Çığlık Olur

Hayat, sadece yaşanılan bir süreç değil, sürekli bir sınavdır. Herkesin baktığı yer farklı, herkesin taşıdığı yük başka.

Ama çoğu zaman aynı cümlenin içine sıkıştırılırız: “Elalem ne der?” Bu cümle, nice duygunun, nice hayalin, nice gerçeğin üzerini örter. Çünkü bazen kendin olmak için değil, görünmek için yaşarsın. Ve işte o zaman başlar içindeki o sessiz çöküş.

Bu baskının cinsiyete, yaşa ve hatta hayata bakışa göre farklı yansımaları vardır. Kadınlar, çoğu zaman kendilerine değil, başkalarının gözünden nasıl göründüklerine göre yaşamaya mecbur bırakılır. Fazla güldüğünde ‘hafif’, duygularını dile getirdiğinde ‘açık saçık’, suskun kaldığında ise ‘ezik’ sanılır. Oysa içinde fırtınalar kopuyordur. Ama anlatamaz. Çünkü kadınlara öğretilen ilk şey, susmanın saygınlık olduğudur. Ama suskunluk bir meziyet değil, bir yük olur zamanla. Kadın, çoğu zaman önce annesinin, sonra eşinin, sonra toplumun hayalini yaşar. Kendi hayali hep ‘bir gün belki’ye ertelenir. Fakat bazı kadınlar vardır; ne olursa olsun içindeki o ışığı bastırmaz. Bastırsa bile o ışık bir gün, hiç beklenmeyen bir anda sızar dışarı. Ve işte o an, özgürlüğün ilk nefesi alınır.

Yazının Devamı

Duruşun Konuştuğu Yerde Kelimeler Susar

İnsan, konuşmadan da çok şey anlatabilir. Üstelik çoğu zaman kelimelerden çok daha fazlasını…

Bir doktorun hastasını karşılarken ki yüz ifadesi, bir avukatın duruşmada ki el hareketi, bir öğretmenin öğrencilerine dönerken ki bakışı, bir garsonun tezgâha yaslanma biçimi…

Her biri ardında güçlü bir mesaj bırakır. Çünkü beden, ruhun sesi kadar, profesyonelliğin de aynasıdır.

Yazının Devamı

Bir Camın Ardındaki Hayat Soğukta Sıcak Kalabilmek

Hiç düşündünüz mü, insanın sınırları tam olarak nerede başlar, nerede biter? Bugünün modern insanı için hayatta kalmak, belgesellerin konusu olmuş gibi. Sıcak evlerimizde, ekranlarımızın karşısında, her şey kontrol altında sanıyoruz. Ama hayat, tokadını ansızın indirir. Bir bakmışsınız, her şey bir camın ardında kalmış. Dışarısı buz gibi, içerisi sessiz ve umutsuz. İnsanı asıl sınayan şey, ne kadar konforlu bir yerde olduğu değil, o yerin ne zaman daralıp bir kafese dönüşeceğidir. Çünkü insan bazen dört duvar arasına değil, kendi düşüncelerinin içine hapsolur. Burası bir hastane odası olabilir, bir sıra kuyruğu, bir evin içi ya da sadece "normal" kabul ettiğimiz gündelik bir rutin. Zaman yavaşladığında, sesler sustuğunda, kalabalıklar çekildiğinde geriye sadece bir şey kalır: Sen… Ve o anda sorarsın kendine: Ben kimim?

Zor zamanlar, insanı süzer. Gerçek duygular, maskesiz yüzler, içten gelen sözler yalnızca kriz anlarında görünür olur. Çünkü güzel günlerde herkes yan yanadır. Ama asıl birlik, açken, korkarken, kaybederken belli olur. O yüzden soralım: Birlikte kalmak mı, yoksa yalnız ama sağ kalmak mı? Toplumlar da insanlar gibidir. Afetlerde, kayıplarda, acılarda şekillenir. Birlik, çiçekli masalarda değil; soğukta titrerken omuz omuza durabilenler arasında kurulur.

Konfor bazen fark ettirmeden bizi içten çürütür. Her şey yerli yerindeyken bile, ruhumuz eksilir. Çünkü rahatlık alışkanlık getirir, alışkanlık da farkındalığı siler. Ne zaman bir şeyler ters gider, işte o zaman dış dünyanın değil, içimizin sıcaklığına güvenmemiz gerekir. Direnmek sadece fiziksel bir güç meselesi değildir. İnanç ister, cesaret ister, paylaşmak ister. Gerçek ısı insanın içindedir. Onu ne kalorifer verir, ne güneş. Ancak insan insanla ısınır.

Yazının Devamı

Dost Vardı Eskiden… Şimdi Takipçi Sayılıyor…

Bir zamanlar mahalle aralarında dostluklar kurulurdu, arkadaşlıklar mendil kapmaca kadar sahiciydi.

80’li ve 90’lı yıllarda büyüyenler çok iyi bilir, arkadaş demek sadece oyun arkadaşı değil, aynı zamanda sokakta birlikte büyüdüğün, gizli gizli ilk hayallerini fısıldadığın, düşüp dizin kanadığında seni sırtında taşıyan kişiydi. O zamanlar “dost” kelimesi lügatımızda ağırdı. Herkese verilmezdi. “Kanka” lafı pek yoktu, “kardeşim gibidir” denirdi. Ekmek arası sucuk paylaşılırdı, yarısını vermek değil, yarısını alabilmekti ayıp olan. Paylaşmak vardı, hesap sormak yoktu. Bir arkadaşınla küssen bile, okula gelmediğinde öğretmenin “Nerede kaldı?” sorusuna en önde parmak kaldırıp “Bugün gelecekti, demek ki hastalandı!” cevabını verirdin.

Çünkü dostunun yokluğuna bahane değil, mazeret uydururdun. O derece sahiplenirdin. Telefon yoktu belki, ama kapı zilinin ritmi bile kodlanmıştı:

Yazının Devamı

Diksiyon Diye Bir Şey Varmış, Cidden mi?

Diksiyon… İlk duyduğumda “Bir hastalık mı bu?” demiştim. Hani sanki cildiyeden randevu alırken “Diksiyonum kabardı, kaşınıyor,” diyeceğim türden bir şey. Meğer konuşmanın kendisiymiş, hem de düzgün olanı. Yanlış anlaşılmasın, düzgün konuşmak demek akademik cümleler kurmak değil. "Yani şöyle demek istiyorum..." diyip beş dakika dolanıp, “Neyse ya, anladın sen,” diyerek konuyu kapatmanın tam tersi.

Peki, bunun eğitimi mi olurmuş? Olurmuş, hem de nasıl olurmuş! Öyle YouTube’dan iki video izleyip “Ben artık Radyo Spikeriyim” moduna geçmekle olmuyor. Gerçi bazıları kendi kendine öğreniyor; ama bu iş biraz da tıraş olmak gibi: Ayna lazım, bıçak lazım, sabun lazım, bir de suratına dürüstçe bakacak cesaret lazım.

Şimdi bir de diyorlar ki, “Eskiden diksiyon mu vardı?” Vardı canım, vardı. Köy kahvesinde çay söylerken “Bir çay getir be gardaş,” demekle, “Bize iki çay getir lütfen,” demek arasında dağlar kadar fark yok mu? Vardır. O da diksiyon işte. Diksiyon sadece ses tonu değil, aynı zamanda hitabet, jest, mimik, hatta zaman zaman susma sanatı. Yani diksiyon dediğin, lafı hem doğru söylemek hem de doğru zamanda susabilmek sanatı.

Yazının Devamı

Çocuğunuzla Geçirdiğiniz Zamanın Kalitesi, Oyuncağından Değil Sizden Gelir

Bunu yazmak kolay değil ama bir süredir içimi kemiren bir gerçek var: Çocuklarıma yeterince vakit ayıramıyorum. Günlük hayatın koşturmacasında sabah işe yetiş, akşam trafiği aş, eve gel, bir şeyler ye derken, çoğu zaman çocuklarımın sadece fiziksel olarak yanında olduğumu fark ettim. Yanı başımda oyun oynamak isteyen iki çocuğum vardı ama ben ya haberlere göz atıyordum ya da kafam gün içinde yaşadıklarımla meşguldü. Birkaç defa “birazdan” dedim, “şunu bitireyim hemen geliyorum” dedim… Ve o birkaç defa, günün sonuna geldiğimizde birikti. Oyun halısı seriliydi, oyuncaklar dizilmişti, ama ben yoktum. Kendime bahaneler üretmeyi de denedim. “Zaten çalışıyorum, eve ekmek getiriyorum, sorumluluklarım var.” dedim. Ama bu bahaneyi tekrar ettiğim her gün, içimdeki huzursuzluk biraz daha büyüdü.

Sonra bir gün, eşimin önerisiyle elime bir kitap geçti. Başta pek ilgilenmemiştim. Hatta bir kenara attım. Üzerinden epey bir zaman geçtikten sonra o kitabı elime aldım ve okumaya başladım. Daha henüz birkaç sayfa okumuştum ki içime işleyen bir gerçekle yüzleştim: Çocuğumun benden istediği şey oyuncak değil, ekran değil, gösterişli bir etkinlik hiç değil… Benden istediği sadece bendim. Oyun oynamak için değil, birlikte gülmek, saçmalamak, göz göze gelmek, onun kurduğu dünyaya girebilmek için çağırıyordu beni. Ve ben çoğu zaman o dünyaya uzaktan bakıp başımı çeviriyordum.

O an anladım ki mesele zamanın uzunluğu değil, içinde ne yaptığımmış. On dakikalık içten bir oyun, saatlerce birlikte ama ilgisiz kalmaktan çok daha kıymetliymiş. Kaliteli zaman; çocuğunla aynı koltukta oturup eline telefon almamakmış, yere uzanıp onunla saçma bir hikâye kurabilmekmiş, birlikte gülebilmekmiş. Bu sadece annelerin değil, bizim de yani babaların da sorumluluğu. Eşit değil belki ama birlikte olunca daha anlamlı, daha güçlü bir bağ kuruluyor. Evde çocukla geçirilen vakti paylaşmak, onu sadece “oyun oynatılacak biri” olarak görmekten çıkıp, gerçekten onun dünyasında var olmayı gerektiriyor. İyi bir baba olmak mükemmel olmak değil; bazen yorgunken bile el arabası olup koridorda yarışa girmeyi bilmek demekmiş. Bazen oyuncak tamircisi, bazen hayali bir canavar, bazen de sessiz bir dinleyici olmak demekmiş. Çünkü çocuklarımız bu küçük anılardan kim olduğumuzu öğreniyorlar. Benim de baba olmayı ancak öğrenmeye başladığım gibi…

Yazının Devamı

İNANMADAN KAZANILAN TEK ŞEY: BAHANE

Bir gün kendine dürüstçe sorsan: “Gerçekten denedim mi?” Cevap çoğu zaman kaçamak olur. “Zaten yapamazdım ki…” “Zamanı değildi…” “Benden istenen çok fazlaydı…” Ve böylece, kendi potansiyelimizin önüne diktiğimiz görünmez duvarların tuğlalarını, tek tek kendimiz yerleştiririz. Sonra bir bakarız: hayal ettiğimiz hayat, o duvarın diğer tarafında kalmış.

Ne yazık ki çoğu insan başarısızlıktan korkmaz aslında. Korktuğu şey, gerçekten denemektir. Çünkü içten içe bilir ki, eğer tüm benliğiyle dener ve yine de başaramazsa, artık saklanacak bir bahanesi kalmayacaktır. İşte bu yüzden birçok kişi, yarı yolda durmayı tercih eder. Çünkü başarısızlığı kendi elinden geleni yapmadan tattığında, suçlayacak bir şeyler hep vardır. Sistem, şanssızlık, aile, patron, ekonomi… Ama gerçek şu ki: bir insan kendine inanmadıkça hiçbir başarı mümkün değildir. Üstelik bu sadece kariyer, sınav ya da iş başarısı değil. Bir evlilikte eşine inanmak da, yıllardır küs olduğun kardeşine bir mesaj atmak da inanç işidir. Kendi sevilebilirliğine, affedilebilirliğine, değişebilirliğine inanmadan ne bağ kurulur, ne yara sarılır.

Bir garson, bir öğretmen, bir marangoz, bir doktor ya da bir ev hanımı… Meslekler değişse de, içimizde dönen diyalog hep aynı: “Ben kimim ki?” Bu üç kelimelik cümle, milyonlarca hayalin katilidir. Oysa cevabını değiştirdiğimizde hayat da değişmeye başlar. Çünkü “Ben kimim ki?” diye sorarken aslında onay arıyoruz, güven değil. Ve biz kendimizi onaylamadıkça, başkalarının alkışları sadece yankıdan ibaret kalıyor.

Yazının Devamı

Bazen Sayılarda Konuşur

Hayatın içinde öylesine yanından geçtiğimiz şeyler var ki, bazen onların sessizce bize bir şeyler fısıldadığını çok sonra anlıyoruz. Bazen de hiç anlamıyoruz.

Ama o fısıltılar orada bir yerlerde, sabırla dinlenmeyi bekliyor. Ben bu yazıyı, sıkça karşılaştığım bir sayı yüzünden yazıyorum aslında. Önce küçük bir detaydı. Alışveriş fişindeki toplam, sokakta rastladığım plaka, saatime göz ucuyla bakarken yakaladığım o tekrar eden rakam dizisi… Başta gülümsedim. “Tesadüf,” dedim. Ama sonra tekrar etti. Sonra bir daha. Ve bir daha. Bir noktada, artık bunu görmezden gelmek mümkün değildi. Çünkü o sayı yalnızca dışarıda değil, içimde de yankı yapıyordu. Bilirsiniz ya, bazı şeylerin izahı yoktur ama hissi çok güçlüdür. İşte öyle.

Siz hiç bir sayıya “denk gelmekten” fazlasını hissettiniz mi? Sanki o sayı sizi seçmiş gibi… Sanki size görünmek için fırsat kolluyor gibi… Bir tür sinyal, bir tür sessiz çağrı. Rasyonel zihnim uzun süre itiraz etti. Ama kalbim bir başka hikâyeyi anlatıyordu. Ve sonra fark ettim: Hayatın içinde sayılar sadece matematiğin soğuk dili değil. Onlar, bazen bir hatırlatma, bazen bir dürtü, bazen de bir uyanış işareti. Hatta kimileri için birer şifa. Evet, kulağa mistik geliyor. Hatta biraz da uçuk. Ama kendinize şu soruyu sormaktan zarar gelmez: Acaba sayılar da konuşur mu? Ve biz onları yıllardır yanlış mı dinliyoruz?

Yazının Devamı

Gaziosmanpaşa'da İrade Devredildi: Sandıkla Gelen, Meclisle Gitti

Demokrasi bazen gürültülü olur. Bazen de sessizce, kâğıtların arasında boğulur. İstanbul’un büyük ilçelerinden biri olan Gaziosmanpaşa, bugün sadece bir yerel yönetim krizi yaşamıyor; aynı zamanda, Türkiye siyasetinde yıllardır kangren hâline gelen bir meşruiyet sorununu gözler önüne seriyor.

31 Mart 2024 yerel seçimlerinde halkın açık iradesiyle CHP’den Hakan Bahçetepe Belediye Başkanı seçildi. Bu, birçok kişi için büyük bir sürprizdi. Çünkü, AK Parti’nin uzun yıllardır güçlü olduğu bir ilçeydi burası. Ancak, demokrasi bu değil mi zaten? Sürpriz yapabilme ihtimali. Halkın kararının kesinliği. Ancak ne oldu? İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne yönelik yürütülen 5. dalga operasyonları kapsamında, Hakan Bahçetepe de tutuklandı ve görevinden uzaklaştırıldı. Henüz hakkında kesinleşmiş bir mahkeme kararı yokken, seçilmiş bir Belediye Başkanına, görevden el çektirildi. Ve ardından… Belediye Meclisi toplandı. CHP, Başkanvekilliği görevine seçimle gelmiş olan kendi adayının vekâlet etmesini önerdi. Fakat, meclis çoğunluğunu elinde bulunduran AK Parti, kendi adayını çıkardı ve Eray Karadeniz, yapılan oylamada Gaziosmanpaşa Belediyesi’nin yeni Başkanvekili oldu. Bu hikâyenin hukukî yönü uzun uzun tartışılabilir. Ama, ben bu yazıda hukuktan değil, ahlaktan söz edeceğim. Siyasî ahlaktan. Çünkü, mesele artık, “kanunen” neyin mümkün olduğu değil, “etik ve meşru olan”ın ne olduğudur.

Yazının Devamı

Başka Bir Annelik Mümkün Mü?

Baba olunca hayatımın değişeceğini biliyordum. Hatta “artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” diyenlerin ne demek istediğini anlayacak kadar da hazırlıklıydım (sanıyordum). Ama annelik… Ah, o sihirli ama bir o kadar da sessiz evrim!

Onu dışarıdan izlerken gördüğüm şeyle, içeriden tanık olduğum şeyin alakası bile yokmuş. Doğumdan sonra “anne” unvanını alan kadının, aslında sessiz bir mücadeleye adım attığını günbegün anladım. Emzirmeler, alt değiştirmeler, uykusuz geceler…

Evet, bunlar zaten menüde vardı. Ama asıl mesele o görünmeyen kısımdaydı. İşte bu yazıda size o görünmeyenleri anlatmak istiyorum. Hani “annelik içgüdüsü” deyip geçilen, “kadının fıtratında var” diye romantize edilen, ama aslında bir kadının benliğini unutturabilecek kadar derin bir yükü anlatacağım.

Yazının Devamı

Yönetici Misiniz, Yoksa Sadece Kartvizit Sahibi Mi?

Geçenlerde biri dedi ki: “Terfi ettim, hayatım kaydı.” Gülümsedim. Çünkü yönetici olmak, dışarıdan ballı kaymak gibi görünür ama içeriden çoğu zaman mide bulandıran bir tecrübedir. Hele bu topraklarda… Kafamızda yönetici dendi mi hemen aklımıza kocaman bir masa, imzalanan evraklar, gergin toplantılar gelir. Oysa “yönetici” dediğimiz şey sadece şirketin CEO’su değildir. Gelin birlikte bir bakalım:

Yerel yöneticiler mesela… Mahalledeki çukur kapanmadıysa, halk pazarı karıştıysa, otobüs saatleri şaştıysa hemen herkesin gözü onlardadır. “Ne iş yapıyor bu başkan?” sorusu, ülkece en sık sorduğumuz soruların başında gelir. Tavsiyem şu: Sokakta yürüyün. Dinleyin. Sadece danışmanlarınızı değil, çaycınızı da dinleyin. En sahici geri bildirim bazen en alttan gelir.

Yazının Devamı