Gülümseyen Yüzlerin Ardındaki Çatlaklar
Gülümseyen Yüzlerin Ardındaki Çatlaklar
Bazı acılar sessizdir. Ne çığlık atar, ne gözyaşı döker. Kalabalık bir odada, kahkahaların ortasında da hissedilir; hatta en çok da orada kendini belli eder. Çünkü modern insanın en büyük illüzyonu, dış görünüşün içeride olup biteni temsil ettiğini sanmasıdır. Gülen bir insanın mutlu, düzenli bir evin huzurlu, parlak bir hayatın dolu dolu olduğunu varsayarız. Oysa gerçekler her zaman sahnenin önünde değil, perde arkasında yaşanır.
Bugünün dünyasında acı, sanki utanılacak bir şey gibi saklanıyor. İnsanların “Nasılsın?” sorusuna verdiği otomatik “İyiyim” cevabı, çoğu zaman bir kaçış. Aslında herkes biraz kırık, biraz eksik, biraz yorgun. Ama kimse bunu söylemeye cesaret edemiyor. Çünkü kırılganlığımızı açık edersek, zayıf sanılmaktan, dışlanmaktan, hatta sevilmemekten korkuyoruz. O yüzden duygularımızı estetik süslemelerle sarıp sarmalıyoruz. Kederimizi süsleyip ‘anı’ haline getiriyor, içimizdeki fırtınayı dışarıya serin bir esinti gibi sunuyoruz. Ama susturulan her duygu, bir yerlerde yankılanır. Bastırılan her haykırış, gece uyumadan önce zihnimizin duvarlarını tırmalar. Kendimizi kandırarak sürdüğümüz hayatlar, günün sonunda bizi en çok kendimize yabancılaştırır.
Toksik ilişkiler, yalnızca partnerle kurulan bağlarda yaşanmaz. Bazen ailemizle, bazen arkadaşlarımızla, hatta bazen kendi iç sesimizle kurduğumuz ilişki bile zehirli olabilir. Özellikle sevilme arzusu, çoğu insanı “olmadığı biri” olmaya zorlar. Kendin olmaktan vazgeçtiğin anda başkası tarafından kabul görmenin anlamı ne kalır? Sahip olduğumuz tek gerçek kimlik, kendi içimizdeki sesken, neden onu kısmak zorunda kalıyoruz?
İnsan zamanla bu sorularla büyür. Büyüdükçe, bazen çocukluğundaki gibi korkmadan ağlayabilmeyi, içini dökebilmeyi, maskesiz gezebilmeyi özler. Ama büyümek, aynı zamanda yalnızlaşmaktır. Çünkü hakikati fark ettikçe, sahte olan her şeyle arana mesafe koyarsın. Ve bu, sandığın kadar kolay bir yol değildir. Her ‘yeniden doğuş’, önce bir yıkım gerektirir. Bir şeylerin tam ortasından çatlaması, seni yere sermesi ve sonra o enkazın içinden yeni bir senin ayağa kalkması…
Hayatın kendisi başlı başına bir ritüeldir aslında. Sabah kalkışlarımız, kahvemizi karıştırma şeklimiz, işe yürüdüğümüz yol… Hepsi tekrar eder. Ama bu tekrarlar arasında bir gün gelir ki, en sıradan an bile seni derinden sarsar. Mesela bir gün otobüste bir yabancının gözyaşlarına denk gelirsin ve içinden anlamadığın bir yer sızlar. İşte o an, belki de kendi acınla yüzleştiğin andır. Belki o yabancının yaşadığı yas, senin bastırdığın yasla aynıdır. Çünkü yas yalnızca ölümlerle sınırlı değildir. Bitmiş bir aşk da yas tutturur. Gerçekleşmemiş hayaller, yaşanamamış hayatlar, içine atılmış nice “keşke” de yas sebebidir. Ama bu yasın kabulü, yeni bir hayatın başlangıcıdır. Her düşüş, eğer kendimizi dinlemeyi başarabilirsek, bizi kendimize daha çok yaklaştırır.
Bugün belki her şey yolunda gibi görünüyor olabilir. Ama içimizde bir yer hâlâ eksikse, hâlâ huzursuzsa, hâlâ tedirginse… Orada bir şeyler değişmek istiyor demektir. Bu yazı bir çağrı değil, bir hatırlatma olsun: Maskesiz de sevilebilirsin. Güçlü görünmeden de ayakta kalabilirsin. Ve bazen en büyük cesaret, gülümsemek değil, ağlayabilmektir. Korkularınla yüzleşmeden, kendine varamazsın. Ve bazen en karanlık his, gün ışığında ortaya çıkar. Ama bu kötü bir şey değildir. Çünkü görünür olan, iyileşmeye başlar.