Onur Ayan

Onur Ayan

ISPARTA MUTFAĞI’NDAN ÖZEL TATLARIN ADRESİ KEBAPÇI KADİR

Hazır Isparta mutfağı demişken, Isparta gezimmizde bizim yemek molası verdiğimiz Isparta merkezde bulunan Kebapçı Kadir’in yöresel kebaplarının tadına bakmanızı mutlaka öneriyorum. Isparta’nın kendine özgü en önemli ürünlerinden biri fırın kebabı. 1800’lü yıllardan günümüze kadar gelen fırın kebabı, Isparta’nın turizm sepetindeki en önemli ürünlerden biri haline gelmiş. Özellikle Antalya ve çevre illerden fırın kebabının tadına bakmak için akın akın Isparta’ya gelenler var. Isparta’da kebap kültürünü temsil eden köklü firmalardan biri olan Kebapçı Kadir, 1851 yılından bu yana bu alanda hizmet veriyormuş. Bu mekan 1851 yılında Hafız Dede tarafından kurulup siyasi Osman Dede ile devam ettirilmiş. “Kebapçı Kadir” ailenin babası Açıkalın tarafından markalaştırılıp bugünlere gelmiş.

Şuan işletmeciliği 4.Kuşak Hüseyin Açıkalın tarafından yapılmaya devam ediyor. Günümüz şartlarına uygun beş yıldızlı mutfağı ile sizlere Isparta Fırın Kebabı ve Isparta mutfağını temiz, hijyen ve kaliteli bir hizmet anlayışı ile sunuyor. Bizim menümüzde Isparta fırın kebabı, kabune, irmik helvası ve yanında üzüm hoşafı vardı.

Isparta Fırın Kebabı; özel ortamlarında kendi yetiştirdikleri hayvanların kesiminden elde edilen etin 3-3,5 saat aralığında çalı kökü odunuyla, 2 saat alev, 1 saat korda pişirilip içerisindeki bakır sahanlardaki su ile buharlaşarak hem buhar, hem alev arasında %50 fire verdirilerek pişirilmesi ile yapılıyormuş. Çiğ et önce şişe takılarak duvara dik olarak sıralanıp, sonrasında fırından çıkan nar gibi kuzu etini kendine özgü bakır tabaklarda lavaş ekmeği üzerine servis ederek size sunuyorlar.

Yazının Devamı

ISPARTA GÜLÜNÜN HİKAYESİ - 2

Hikayenin devamında Isparta bundan sonra gül üretmesiyle tanınıp, gülcü oluşuyla da anılmaya başlamış. Isparta’da ilk kez 1870’li yıllarda Müftüzade Gülcü İsmail Efendi’nin küçük bir alanda başlattığı gül üretimi aradan geçen yaklaşık 1,5 asrın ardından artık Ispartalı binlerce aile tarafından binlerce dekarlık alanda yapılıyor. Müftüzade Gülcü İsmail Efendi, yaklaşık 1,5 asır önce Kızanlık’ta koruma altında tutulan Gül Vadisi’nden, bastonun içine gizleyerek çıkardığı gül fidanını toprakla buluşturup Isparta’nın kaderini değiştirmiş. İsmail Efendi’nin o yıllarda küçük bir alanda başlattığı gül üretimi, daha sonra onlarca nesil tarafından sürdürülüp, bugün ise Isparta’yı, dünya gül yağı üretiminin yüzde 65’ini tek başına gerçekleştiren kent haline getirmiş.

Isparta’da her yıl mayıs ve haziran aylarında tekrarlanan gül toplama işlemi, yüzyıllar öncesinde olduğu gibi bugün de sabahın erken saatlerinde başlıyor. Gül yapraklarındaki yağ keselerini güneşin patlatmasına bağlı olarak ürünün kalitesinin ve veriminin azalmasını göz önünde bulunduran gül üreticileri, böyle bir sorunla karşılaşmamak için gün doğmadan işe koyulup öğlen saatlerine kadar gül toplama işini sürdürüyorlar. Gül kokuları eşliğinde bellerine bağladıkları çuvallarla istenilen büyüklüğe ulaşmış gül çiçeklerini toplayan üreticiler, içerisinde ki yağ oranının azalmasının önüne geçmek için topladıkları güllerini en kısa sürede fabrikaya ulaştırıyorlar. Üreticilerin tarım araçlarına yükleyerek, bulundukları köy ve kasabalarda kurulan alım merkezlerine götürdükleri güller, buradan işlenmek üzere fabrikalara getiriliyor.

Fabrikadaki kazanlara 1,5 ton sıcak su ile konulan güller, 2 saat süren kaynatma işleminin ardından yağlı su olarak farklı kazanlara aktarılıyor. İkinci bir kaynatma işleminin ardından yağ, sudan süzülerek ihracata hazır hale getiriliyor. Yaklaşık 4 ton gülden elden edilen 1 kilogram gül yağı ise 47 bin liraya başta Fransa olmak üzere çok sayıda ülkeye ihraç ediliyor.Tarladan fabrikaya süren bu yolculuk, hasat dönemini içeren 45 günlük periyotta her gün gerçekleşiyor.Zaman içerisinde gül yağı çıkarma teknikleri modernleşse de gül bahçelerinin makineleşmeye uygun olmayan yapısı, gül hasadının yoğun emek gerektiren özelliğinin hiç değişikliğe uğramadan günümüze ulaşmasını sağlamış.

Yazının Devamı

ISPARTA GÜLÜNÜN HİKAYESİ - 1

Her il, yöreselliği ile bilinen bir şeyi ile; kimi yiyeceği, kimi içeceğiyle meşhurdur. Isparta’nın ise güllerinin meşhurluğu dünya çapında. Öyle ki Japonya’dan bile her yıl binlerce turist buraya geliyormuş. Isparta gülü, aşkı, sevgiyi, saygıyı ve değeri ifade ediyor. İnsanın günlük yaşamında çok özel bir yeri olan gül; aşkın, güzelliğin, sevginin ve saygının ifadesini en güzel bir şekilde Isparta’da gösteriyor.

Kuzey yarım küre bitkisi olan gülün kökeni Doğu Asyaymış. Kesin olmamakla birlikte gül yağı ve gül suyunun ilk olarak İran veya Hindistan’da üretildiği, buradan da Anadolu, Avrupa, Kuzey Afrika ve Doğu Asya’ya yayıldığı söyleniyor. Fosil kaynaklı kayıtlara göre, gülün yeryüzündeki varlığı en az 35 milyon yıllık bir geçmişe sahipmiş. Gül çiçeğinin insanlık tarihindeki yeri ve önemi ise en az 5000 yıllık çok renkli bir geçmişe dayanıyor. Anavatanı olan Orta Asya’dan ticaret yolu ile dünyanın diğer bölgelerine ulaşmış olan gül, güzel kokusu, tıbbi değeri ve beslenmede ki yeri dolayısıyla antik çağlardan beri efsanelere konu olmuş ve güzel kokunun peşinde olanlar için her zaman vazgeçilmeyen bir çiçek olmuş. Hatta öyle ki, antik dönemde Fenikeliler, Yunanlılar, Romalılar için gül bahçeleri, en az buğday tarlaları ve meyve bahçeleri kadar önem taşıyormuş.

Isparta da ise gülcülüğün binlerce yıl gerilere giden, eski, köklü bir tarihi yok. Isparta gülcülüğü, en çok 150 yılı bile geçmeyen bir tarihe sahipmiş. Isparta gülü “Rosa Gallica” ile “Rosa Moschata” türlerinden elde edilmiş melez bir gül türüymüş. Gülcülüğü Isparta’ya, Yalvaç ilçesinden gelip Isparta’ya yerleşen Meydanbeyoğlu Mehmet İzzet’in oğlu İsmail Efendi getirmiş. Bu getirişin de çileli, çok ilginç bir öyküsü varmış.

Yazının Devamı

AYVALIK TOSTU

Televizyonda TRT 1 ekranlarına kitlenip hafta içi Yalan Rüzgarı, Pazar günleri de Bizimkiler dizisini izlediğimiz yıllardan daha eski zamanlarda; Ecevit ile Demirel’in tatlı tatlı atıştıkları, eurovizyon yarışmasına katılan Türkiye’yi desteklemek için ekranlara kilitlendiğimiz yılların öncesinden bahsediyorum. Akşam olduğunda insanların açık hava sinema kuyruklarına girdikleri, bayramlarda yeni kıyafetlerin alınıp ertesi gün çocukların şeker toplamak için el öpmeye çıktıkları günlerin birinde Ayvalık’ta yaşayan Ali’nin ve Ayvalık Tostu’nun hikayesi bu, anlatacağım. Bizim Ali askerden yeni gelmiş. Askerde çok sevdiği bir can arkadaşı varmış, adı Mehmet. Bizim Ali hem stres atmak hem de yoldaşlık ettiği asker arkadaşını Ayvalık’ta misafir etmek istemiş ve İstanbul’da yaşayan Mehmet’i Ayvalık’a bir hafta sonu tatiline davet etmiş. Ali misafirini Ayvalık garajında öğle saatlerinde karşılamış. Tabi misafir yol haliyle çok acıkmış. Oğlum Ali demiş Mehmet; “Şöyle güzel bir yerde sarımsaklı yoğurtlu bir tabak dolusu mantı yiyelim de karnımız doysun.” Ali “boşver mantıyı gel deniz kıyısında sana tost söyleyeyim” demiş. Mehmet bu duruma içerlemiş tabi. Taaa İstanbullardan buraya geliyor. Arkadaşı bir tost ile geçiştiriyor. Sesini çıkarmamış ama durumdan da rahatsızlığını belli etmiş. Bir deniz kenarına oturmuş bizim asker arkadaşları. Siparişleri Ali sormadan söylemiş garsona. “Bize iki karışık tost”. Mehmet iyiden iyiye şaşkınlık ve üzüntü içersinde beklemede. Bu arada 15 dakika sonra tostlar gelmiş. Mehmet’in şaşkınlığı iyice artmış. Harika kızarmış tost ekmeği arasında bol malzemeli şişkince bir şey beklemiyormuş tabi ki de. Nede olsa tost diye düşünmüş hep. İstanbulda en harika tostlardan da yemiş ama tost dediğin nedir ki atıştırmalık. Ama önüne gelen hem görselliği ile hem de kokusu ile muhteşem birşeymiş. Tostları bizim asker arkadaşları afiyetle yemişler. Bütün gün Ayvalık’ı dolaşmışlar. Akşama kadar sadece dondurma yemişler. Akşam olmuş. Ali misafirine sormuş. Kardeşim Mehmet akşam ne yemek istersin. Mehmet’in cevabı “valla kardeşim Ayvalık Tostu o kadar güzel ve doyurucuydu ki daha ben acıkmadım. En iyisi sen bana dondurma söyle”demiş.

İşte böyle bir hikayesi var Ayvalık Tostu’nun. Yiyeni doyuran yemeyeni bin pişman eden. Neden bu yazımı böyle bir konuya ayırdım inanın bilmiyorum ama sizi gerçek Ayvalık Tostu ile tanıştırmak istedim. Şu gerçeği asla unutmayın Ayvalık’ın dışında nerede olursanız olun gerçek Ayvalık Tostu gibisini sadece Ayvalık’ta yiyebilirsiniz. O yüzden hiç kendinizi Ayvalık’ın dışında Ayvalık Tostu yedim diye kandırmayın.

Ayvalık Tostu’nun en önemli özelliği ekmeği. Ayvalık’ın özgün tatlarından birisi de nohut mayasıyla yapılan Simit Ekmeğidir. İşte bunu 1983 yılında en iyi yapan fırın Hüseyin Sargın’a ait olan fırınmış. Bu Fırında çalışan Karadenizli bir usta bu hamuru ve Kozak (Bergama) yöresinin pekmezini de kullanarak bir tost ekmeği yapmış. Daha sonra bu tost ekmeği geliştirilmiş ve kullanılarak farklı pişirme pişirme yöntemi ve malzemelerle Ayvalık Tostu ortaya çıkmış. Önce Ayvalık’ta yaygınlaşan bu tost şekli, daha sonra yerli turistler eliyle tüm Türkiye’ye duyurulmuş ve ortaya meşhur Ayvalık Tostu çıkmış.

Yazının Devamı

BADAVUT; PEYNİR KAYALIKLARI VE KLEOPATRA KOYU İLE KEŞFEDİLMEYİ BEKLİYOR

Biz bu haftaki tatilimizi İstanbul’a yakınlığı ile sıkça tercih edilen Ayvalık’a bağlı Sarımsaklı’nın en nezih tatil noktalarından biri olan Badavut’ta; kalabalıktan uzak, sakin ve tertemiz plajında geçirmeyi tercih ettik.Sarımsaklı’nın hemen girişinde yer alan Badavut, merkezden uzak oluşu ile de Sarımsaklı plajına göre oldukça sakin bir nokta. Badavut; Ayvalık Şeytan Sofrası eteklerinde, Sarımsaklı’nın bitiminde, önü deniz arkası orman, mavi ile yeşilin buluştuğu, birinci sınıf kumla kaplı sakin bir koy, dunyanın en guzel 100 koyundan biri olduğu söyleniyor.

Sarımsaklı Plajı’nın bitimindeki asfalt yoldan giderek Mit Kampı’nı geçer geçmez başlayan Badavut Plajı, Tuzla Gölü’nün orada ki Peynir Kayalıklarında son buluyor. Badavut Plajı altın sarısı kumları, tertemiz ve serin suyu ile kampçılar tarafından da çok sevilen bir plaj. Badavut Plajı ve çevresinde az sayıda otelin bulunması ve kısıtlı bir kapasiteye sahip olması da burasını bakir bırakan sebeplerden biri. Bölgedeki küçük tesisler ağırlıkta. Yaz sezonu dışında oldukça tenha olan yer, yaz sezonunda yazlıkçıların ve tatilcilerin gelmesi ile hareketleniyor.

Çocukluğumun geçtiği yerleri anlatmanın keyfi bir başka oluyor. Ben size bugün Badavut’un biraz daha gizli kalmış birkaç bölgesinden bahsetmek istiyorum.Badavut Plajı’nın bittiği Tuzla Gölü’nün oradaki kayalıklara Peynir Kayalıkları deniliyor.Bu bölgede kayalıkların üzerinden denize girmeniz mümkün.Suyun altı adeta akvaryum gibi.Ben Badavuta geldiğim zaman özellikle burayı tercih ediyorum.Yalnız yanınızda gelirken şnorkel ve deniz gözlüğünüzü de getirmeyi unutmayın. Bu bölge zıpkınla avcılık içinde gayet uygun bir bölge. Denize girmeden balık tutabilir miyim diyenler içinde bu kayalıklar çok uygun.Bu bölge iri balıklara ev sahipliği yapıyor. Üstelik yaz kış av verebiliyor. Karagöz, Sargoz, İspendek, İspari, Baracuda gibi balıkları burada olta balıkçılığı yaparak avlamanız mümkün. Ekim ayı sonlarına doğru ise Çupralar gelmeye başlıyor.Bir çok kayalık bölgede olduğu gibi dalgaların beyazları altında iri Karagöz ve Sargozda yakalayabilirsiniz. Ayrıca gene bu bölgede çok fazla Yılan balığı ve Trakonyada vardır. Özellikle Trakonya Balığına dikkat edin.

Yazının Devamı

NEBİLER VADİSİ VE SİZE SUNDUĞU DOĞA HARİKALARI

Bir pazar günümüzü ayırıp eşim, yeni doğan oğlum ve dostlarımız ile yemyeşil bir doğanın içinde, yaşlı çınar ağaçlarının, irili ufaklı mağaraların, küçük şelalelerin, keyifli yürüyüş yollarının, ve yol boyunca etkileyici manzaraların olduğu bu bölgede doğayla buluşmak için yollara koyulduk. Balıkesir Ayvalık üzerinden gelirken Dikili’ye varmadan Nebiler Köyü yoluna girdiğiniz zaman tabelaları takip ederseniz sizi buraya getiriyor.

Tabelaları takip ettiğiniz zaman sizi şelaleye inmeden bir restoran karşılayacak. Maceraya başlamadan önce burada güzel bir kahvaltı yapıp doğanın keyfini çıkartabilirsiniz. Bu restoran şelalenin hemen yanında yukarıdan şelaleyi gören bir yerde. Yemeğinizi yedikten sonra 86 basamaktan oluşan ahşap merdivenden inmeye hazır olun. Bu basamakların sonunda Aşıklar Şelalesi muhteşem güzelliği ile sizi karşılayacak. Burada bol bol fotoğraf çektirip sonrasında kendinizi serin suya bırakmayı unutmayın. Yüzme keyfinizi bitirdikten sonra ayaklarınızı sudan çıkarmadan su kenarında ki piknik masalarına oturup közde Türk Kahvesi için ve doğayı dinleyin.

Biz tam da böyle yaptık. Aşıklar Şelalesinin asıl adı Nebiler şelalesi. Şelalenin suyunun döküldüğü noktada ki şiddet nedeniyle küçük bir gölet oluşmuş. Göletin çevresi su kaplumbağaları ve tatlı su balıklarının yaşam alanı olmuş. Bu göletin en derin kısmı 2 metreyi geçmiyor, rahatça yüzebiliyorsunuz. Yüzmeyi tercih etmeyenler için ufak bir uyarı yapmak isterim. Çevrenin kaygan olması nedeniyle fotoğraf çektirirken dikkatli olmanızı öneririm. Kendinizi bir anda şelalenin serin suyunda bulabilirsiniz.

Yazının Devamı

SÜLEYMAN DEMİREL’İN KÜLLİYESİ DEMOKRASİ VE KALKINMA MÜZESİ

Açılışını kendisinin yaptığı Süleyman Demirel’in 50 yıllık siyasi yolculuğunun, memleketi İslamköy’den Çankaya’ya olan serüveninin bilgi ve belgeleriyle yer aldığı Süleyman Demirel Demokrasi ve Kalkınma Müzesi’nde yaptığı konuşma hala hafızalarda ki yerini koruyor. O günkü konuşmasında bugünün ve geleceğin idarecilerine “Yola devam” diye seslenmişti. “Demokrasi sayesinde yapacaksınız. Demokrasi sayisinde eksik kalan hizmetler tamamlanır, yenileri yapılır. Bütün bu hizmetler yapılırken dikkat ettiğimiz şey demokrasi ve Türkiye’nin birliği ve beraberliğinin zedelenmemesidir” diyerek demokrasinin önemine vurgu yaptığını hala hatırlıyoruz.

9.Cumhurbaşkanımız Süleyman Demirel konuşmasında Başkomutanımız,Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ü de anarak “O bizim her şeyimizdir. Onu unuttuğumuzda her şeyi kaybederiz” demişti.

Türkiye’nin 50 yıllık medeniyet mücadelesinde başbakan ve cumhurbaşkanı olarak görev alan Süleyman Demirel’in yaşamından, deneyimlerinden örnekler göreceğimiz; yurt içi ve yurt dışı gezilerinde kendisine verilmiş olan hediyeleri, anı, şükran plaketleri ve fotoğrafları, yurt içi mizah yazarları tarafından değişik dönemlere ait karikatürleri, Türkiye’nin kalkınmasında çok büyük önemi olan projelerin temel atma ve açılışlarına ait fotoğrafların bulunduğu alanı gezebileceğimiz Isparta’nın İslamköy yerleşkesinde ki Süleyman Demirel Demokrasi Ve Kalkınma Müzesi bizim gezi rotamızdaki önemli duraklarımızdan biriydi.

Yazının Devamı

TÜRKİYE'NİN MALDİVLERİ SALDA GÖLÜ

Size öncelikle Salda Gölü ile ilgili kısa bir bilgi vermek istiyorum. Burdur’un Yeşilova ilçesinde yer alan bir yer yüzü cenneti olan Salda Gölü, 184 metreye varan derinliği ile ülkemizin en derin ikinci gölü olma özelliği taşıyor. Çevresi 44 km olan Salda Gölü’nün etrafı, birinci derece doğal sit alanı. İlçe merkezinden Salda’ya gitmek 4 km, Burdur merkezden ise 75 km.

Öyle bir manzarası var ki, kendinizi birden Maldivler’de hissedebileceğiniz Salda Gölü, aslında bir krater gölü ve tektonik hareketler sonucunda oluştuğundan suyu soda ve magnezyum bakımından zengin. Zaten bu eşsiz beyaz plajın sırrı da içerisindeki magnezyum oranında saklı. Salda’nın gizemi yalnızca derinliğinde yatmıyor; Salda’nın beyaz kayaya benzer kıyıları var. Uzaktan kaya sanıyorsunuz ama elinize aldığınızda kolayca pestilleşen beyaz bir tortu olduğunu görüyorsunuz. Bilimde stromatolik kayaçlar olarak geçen bu yapılara Mars’ta da rastlanması sebebiyle kızıl gezegenin milyonlarca yıl önce Salda’ya benzediği düşünülüyormuş. Hatırlarsınız Mars’ta zamanında akarsuların, göllerin olduğuna işaret eden izler vardı. Mars’ın atmosferi Dünya’nınkinden 100 kat ince olduğundan, zamanla Mars’taki su buharlaşarak yok olmuş, geriye bu kayaç yapılar kalmış. Dünyada bu tip kayaç oluşumların olduğu 2 yerden biriymiş Salda Gölü, diğeri de Kanada’da bulunuyormuş.

Salda Gölü‘nün killi yapısı çamur banyosu için de oldukça uygun. Suyunun cilde iyi geldiği söyleniyor. Çevresindeki yer şekilleri Pamukkale Travertenleri’ni andırıyor. İnsanın Salda Gölü’ne gidesi ve orada yaşayası geliyor. Hani ülkemizin bazı yerleri vardır anlata anlata bitiremediğimiz, işte Salda Gölü de o yerlerden biri. İnanın Salda Gölü’ne gittiğinizde “iyi ki bu güzelliği yaşamışım” diyeceksiniz. Hayat artık bizim için ikiye ayrılıyor; Salda Gölü’nü görmeden önce, Salda Gölü’nü gördükten sonra. Salda Gölü’nü görmemiş olanlar, henüz ne kaybettiklerinin farkında değiller maalesef.

Yazının Devamı

DOĞANIN BAŞKENTİ KOVADA GÖLÜ MİLLİ PARKI

Bölgeye ismini veren yedi metre derinliğinde ki Kovada Gölü çevresindeki antik kentler ve arkeolojik öneme sahip kalıntılarla da ün yaptığı için bahar ve yaz aylarında çok ziyaret ediliyormuş. Kovada Gölü, geçmişte Eğirdir Gölü’nün bir uzantısı iken zamanla arada alüvyon birikmesi ile ayrılmış, orman içinde kalan ayrı bir göl olmuş. İki göl arasındaki bu verimli topraklarda bugün memleketin en kaliteli elmaları yetişiyor. Yolumuza, elma bahçeleri arasından geçerek devam ediyoruz. Etrafımızı sarmış ve kıpkırmızı olmuş elmalarla yüklenmiş elma ağaçları arasında kısa bir mola verip elmaların tadına bakmayı ihmal etmiyoruz tabi ki.

Kovada Gölü Milli Parkı’nın girişinde piknikçiler için belirlenmiş bir bölüm, otopark ve piknik masalarının bulunduğu yer bizi karşılıyor. Az ilerisinde, göl kenarında küçük bir restoran ve ziyaretçi tanıtım merkezi var. Öncelikle sıcak havadan bunaldığımız için göl kenarına inip ufak bir gezinti yapıyoruz. Burası benzersiz flora zenginliği ve yaban hayatı çeşitliliğinin yanı sıra, açık havada dinlenme ve eğlenme imkânları bakımından büyük bir potansiyele sahip. Özellikle doğal kaynakların ender bir bütünlük içinde bir araya gelmesi, sanki doğal değil de birilerinin tüm bu güzellikler burada bulunsun diye el ile yerleştirmiş hissi veriyor insana. Her şey o kadar güzel ve doğal ki…

Zengin bir bitki örtüsüne sahip Kovada Milli Parkı kızılçam, karaçam, saplı-sapsız-saçlı meşeler, pırnal meşesi, kokar ağaç ve ardıç gibi ağaç türleri ile; hayıt, sandal, kocayemiş, funda, çitlembik, yabani zeytin, akçakesme, mersin, menengiç, boyacı sumağı, muşmula, alıç, dağ muşmulası, böğürtlen, yabani gül, defne, tesbih ağacı, karaçalı, kördiken gibi ilginç çalıları ile kaplanmış bir doğa harikası. Kovada Gölü’nde aynı zamanda sazan, kadife ve tatlı su levreği, tatlı su ıstakozu bulunuyormuş. Tabi ki her yerde olduğu gibi burada da yasadışı avlanmalar, yaban hayatı çok daha çeşitli ve zengin olabilecekken kurutmuş. Kovada çevresinde en çok bulunan yaban hayvanları, yaban domuzu, sansar, porsuk, tilki, tavşan ve ağaç sincabıymış. Kovada Gölü’nde 153 tür su kuşu tespit edilmiş. Kuşlardan yaban ördeği, kaz, angut, keklik ve çulluk mevsimlere göre milli parka gelen ziyaretçiler tarafından görülebiliyor.

Yazının Devamı

EĞİRDİR’İN MERKEZİNDEKİ 800 YILLIK YAPILAR HIZIRBEY CAMİİ VE DÜNDARBEY MEDRESESİ TARİHE MEYDAN OKUYOR

Halk arasında Ulu Camii de denen Hızırbey Camii’sinin, 14.yüzyıl başında, Eğirdir’de hüküm süren Hamidoğlu Hızır Bey tarafından onarım ve tamir görerek yaptırıldığı ve bu yüzden de Hızırbey Camii adını aldığı söyleniyor. Vakıflar Bölge Müdürlüğünün tespitlerine göre Batı Akdeniz’in en eski camisi Hızırbey, kündekari sanatının en iyi örneklerini barındırıyormuş. Kündekâri sanatı, geometrik biçimlerde kesilmiş küçük ahşap parçaların büyük bir yüzey oluşturmak için birbirleriyle geçmeli olarak birleştirilmesi tekniğiymiş. 12. yüzyıldan sonra Fatımi ve Memlûk sanatlarında uygulanmış ama en zengin örnekleri Anadolu Selçuklularıyla Osmanlılarda görülüyormuş. En çok kullanıldığı yerler kapı kanatları, pencere kapakları, vaaz kürsüleri ve özellikle minber aynalıkları, yani yanlardaki üçgen biçimli bölümlermiş. Bu örnekleri Hızırbey Camii’sinde bolca görmeniz mümkün. Kubbesi olmayan, içeriden dışarıya doğru taşan dikdörtgen planlı Hızırbey Camii, ahşap direkli ve tavanlı camiler grubunda bulunuyormuş. Camii de aynı anda 3000 kişi ibadet yapabiliyormuş. İslam sanatında ender görülen “Kemerli Minare” yapısıyla Hızırbey Camii işçiliği, duruşu ve detayları ile bizi hem çok şaşırttı hem de çok heyecanlandırdı. Birçok camii de alışıla gelmiş olan minare yapısı, burada bir kemer üzerine inşa edilerek oldukça zarif bir görüntü yakalanmış. Çok fazla örneği de olmayan bu mimari gerçekten de çok etkileyici gözüküyor.

Dündarbey Medresesi ise Hızırbey Camii’sinin hemen yanında sizleri görkemi ile karşılıyor. Medrese giriş kapısında ki işlemeler muhteşem. Açık bir avluya sahip olan medrese artık maalesef bir pasaj görünümünde. İçerisi teknolojiye yenik düşmüş bir çarşı haline gelmiş. İçerideki sütunların her birinde kuş motifleri var. Bir kısmı kırılmış, bir kısmı tamir edilmiş, bir kısmı da yeniden bire bir yapılmış. Bir iddiaya göre Dündar Bey Medresesi, Selçuklu Sultanı 2.Gıyaseddin Keyhüsrev zamanında,1237 yılında Han olarak yapılmış.1301 yılında ise Hamidoğlu Dündar Bey tarafından medreseye çevrilmiş. Giriş kapısı üzerinde ki kitabesinde de yapılışı ve hana çevrildiği şu şekilde belirtilmiş; “Büyük emir, ordu komutanı, koruyu, üstün gelişmiş hasib ve nesib emirlerinmeliki devlet ve dinin büyük koruyucusu, İslam’ın ve Müslümanların yücesi Hamidoğlu İlyas oğlu Dündar, Allah yardımını esirgemesin ve iktidarını güçlendirsin. Bu kutsal medresenin yapımını 701 yılında emretti. Allah mülkünü sürekli mamur kılsın.” Bir diğer iddiaya göre de, Eğirdir’in 3 km ilerisinde ki bir Selçuklu hanının kaplama taşları sökülmüş buraya taşınmış ve oradan getirilen taşlarla bu medrese yapılmış. Kitabede ki ifadeden de Gıyaseddin Keyhüsrev’in burada yaptığı hanın Dündar Bey tarafından medreseye dönüştürüldüğü anlaşılıyor. Ne var ki, bunların hangisinin doğru olduğunu ortaya koyacak bir belgeye rastlanmamış. 14.yüzyılda Adap Gezgini İbni Batuta 1330 yılında Eğirdir’e gelmiş ve bu medresede kalmış. Medrese bir süre hapishane olarak kullanılmış, onarım sırasında üst katı ihmal edilmiş ve medrese kötü onarım sonucu tek katlı olarak günümüze gelmiş.

Eğirdir’de gezilecek tarihi yapılar bunlarla sınırlı değil tabi ki daha merkezde gezip görebileceğiniz buram buram tarih kokan birçok mekan var. Bizim kısıtlı bir süremiz olduğu için diğer mekanları göremeden Eğirdir’den ayrıldık. Ama en kısa zamanda tekrar bu bölgeye bir ziyaret gerçekleştireceğiz. Eğirdir kültürü ile tarihi ile turizmi ile gerçekten de Anadolu’nun gizli kalmış doğallığını koruyan nadir kentlerinden biri. Eğer burayı görmediyseniz size tavsiyem ilk tatil planınızı vakit kaybetmeden buraya yapın ve başta Eğirdir olmak üzere göller bölgesini mutlaka ziyaret edin.

Yazının Devamı

SIRRINI HALA KORUYAN PROSTANNA ANTİK KENTİ

Eğirdir’den Kovada Milli Parkı’na doğru yola çıkmadan önce bir de sana tepeden bakıp selfi çekicez Eğirdir ,dedik ve soluğu Eğirdir Sivrisine çıkan yol üzerinde Akpınar Seyir Terasında aldık. Yaklaşık 10 dakika kadar süren virajlı bir yolu arabayla çıkarak ulaştığımız bu tepede çayımızı yudumlarken harika bir manzara bize eşlik etti.

Dönüşte yol kenarında çok da dikkat çekmeyen kırmızı bir tabela da “Prostanna Antik Kenti 10 KM” yazıyor. Bizim gezilerde adetimizdir. Kırmızı tabela yazan her tabelayı takip etmeye çalışırız.Bu sayede bazen gerçekten de ilginç yerleri görebiliyoruz. Bu kısa yolculuk bizim için ilginç yerlerden birini görebildiğimiz sürprizlerden oldu. Çünkü bu bölgeye gelmeden önce internette yaptığım araştırmalarda bu antik kent ile ilgili herhangi bir yazıyla karşılaşmamıştım.Bir süre güzel asfalt bir yoldan gittikten sonra kötü denebilecek bir toprak yola girdik. Aracımız bu yolda biraz zorlukla ilerledi. Yol kötü fakat Eğirdir Sivrisi denen bölgeye doğru yaptığımız yolculuk Eğirdir Gölü ve çevresini bize kuşbakışı görme imkanı sundu. Manzara gerçekten muhteşem. Prostanna Antik Kentine doğru yolculuk yaptığımız sırada eşimle ve arkadaşlarımız ile konuştuğumuz konu; bu bölgedeki antik kentlerin hep ulaşılması zor yerlere neden kurulmuş ve daha da önemlisi nasıl kurulmuş olduğuydu. Daha önceki yazılarımın birinde size bu bölgede ki Sagalassos Antik Kenti ile ilgili detaylıca bilgi vermiştim. İşte biz bu tartışmalar ve harika manzara eşliğinde zorlu bir yolculuğun ardından Prostanna Antik Kentine vardık.

Bu kentin tarihi ile ilgili hala net bir bilgi olmamasına rağmen Eğirdir sivrisinin eteğinde kurulan kentin yeri L.Robert’in, Bedre Köyü yakınında bulduğu sınır yazıtıyla kesinleşmiş. 1957 yılında burada ki kalıntıları inceleyen M.H. Ballance’a göre Prostanna Helenistik devirden önce kurulmuş ve bir şehirden çok, buranın bir karakol olduğunu iddia etmiş. Bu kent ile ilgili bildiğimiz en son şey, Romalıların burada hakimiyet sürdüğü ve daha sonra kenti terk etikleri. Bir de bu kent ile ilgili en eski belge Asia kentinde ki bir görevlinin anıt mezarında yazılan yazıtıymış. Bu yazıtta “Pisidia’da ki Prostanna Halkı” yazıyormuş. Kent üzerinden toplanan sunak, mimari parça ve kitabeler Isparta Müzesine getirilmiş. Kent sikkeleri M.Ö 1.yüzyıldan itibaren görülüyormuş. İmparatorluk döneminde de İmparator Antoninus Pius’dan,2.Claudius’a kadar sikke basılmış.

Yazının Devamı

EĞİRDİR GÖLÜNÜN BİZE SUNDUĞU GÜZELLİKLER

Gerek tarihi gerekse kültürel özellikleri açısından oldukça zengin olan bu bölgede gölün hemen hemen her bölgesinde suya girilmesi deniz turizmi eksiğini de kapatıyor. Yılın istediğiniz zamanında Eğirdir’e gelerek burayı keşfe çıkabilir, konaklama imkanları sayesinde birkaç gününüzü bu bölgeye ayırabilirsiniz. Yemyeşil ormanlık alanlarla ve meyve bahçeleriyle kaplanmış olan Eğirdir Gölü, deniz seviyesinden yüksekte olmasından dolayı yazın gitseniz bile sizi bunaltmayan bir yer.

Göl deniz yüzeyinden 917 metre yüksekte olup gölün maksimum derinliği 17 metreyi buluyor. Gölün güney batı sahillerinde derin ve kuytu koyları bulunuyor. Sarp kayalar ve yarlar bu koylara çok güzel görüntü vermiş durumda. Göl yer altı doğal su kaynakları ile besleniyormuş. Gölün belli kısımlarında alttan kaynayan kabarcıkları görmeniz mümkün. Gölün suyu tatlı ve çevresi ormanlık. Göl kaynak sularından başka çevrede pınarlardan da besleniyormuş. Gölde poyraz rüzgarları zaman zaman tehlikeli dalgalar oluşturabiliyor. Haziran 1996 yılında Eğirdir gölü doğal sit alanı olarak ilan edilmiş. Eğirdir Gölü biyolojik çeşitliliği bakımından ön sıralarda yer alıyormuş. Türkiye’de bulunan 454 kuş türünden 225 ine ev sahipliği yaptığı söyleniyor. Aynı zamanda balıkçılık, tarım ve içme suyu temini konusunda da gölün önemi büyük. Gölde yetiştirilmekte olan sudak ve kerevit türlerinin tamamı ihraç edilerek bölgeye gelir kaynağı oluşturuluyor.

Kerevit demişken bu hayvana ıstakoz’un yavrusu da denebilir. Bir nevi su böceği. Gitmişken göldeki balıkçı restoranların da yiyebilirsiniz. Ben denedim; yemesi zahmetli ama tadı çok güzel. Ayrıca gölde çok fazla balık çeşidi bulunuyor. Gölde bulunan balık türleri arasında Sazan, Çim Sazanı, Sudak, Eğrez ve son yıllarda ortaya çıkan Gümüş balığı dikkat çekiyor. Kerevit, Yengeç, Su yılanı, Su faresi, Kurbağa ve Su kaplumbağası da gölde bulunan diğer canlılar. Göl, yaban hayatı için de önemli bir yer tutuyormuş. Tepeli dalgıç, Yumurta piçi, Karabatak, Balıkçıl türleri, Angıt, Bozkaz, Sakar meke, Benekli su tavuğu, Uzunbacak, Bıyıklı sumru, Saz delicesi, Martı çeşitleri gibi yerli türler ile birlikte Pelikan, Flamingo, Kuğu, Sakarca kazı, Bozkaz, Fiyu, Kılkuyruk, Yeşilbaş, Elma baş, Macar, Kız kuşu, Su çulluğu ve Tepeli pakta gibi kışlayan ve konaklayan türleri buralarda görmek mümkün.

Yazının Devamı

TOROSLARIN YAMACINA KURULMUŞ GİZEMLİ KENT SAGALASSOS

Eşimle birlikte antik kentleri gezmek en büyük keyfimiz. Ama Burdur’da bu derece gizemli bir antik kent yerleşimi bulabileceğimizi hiç düşünmemiştim. İnternetten gezi öncesi bir araştırma yapmasam böyle bir yerin varlığından bile haberim olmayacaktı. Peki ya siz? Sagalassos Antik Kentinden haberdar mısınız? Yapılan kazı sonuçları daha yeni yeni ortaya çıkmaya çalışan bu antik kent Burdur’un Ağlasun ilçesine 7 km uzaklıkta Toros dağlarının yükseklerinde bir yere kurulmuş. Daha Ağlasun’dan dağın eteklerine çıkmaya başladığınızda göreceğiniz eşsiz doğa manzarası ile bu kentin yolları sizi etkisi altına alacak. İyi de bu kenti kimler neden taaaa ulaşılması bu derece zor Torosun tepelerine kurmuş? Sizler için kısa bir araştırma yaptım.

Öncelikle kentin ilk kurulumu M.Ö 10.000 yıllarına dayanıyor. Kentin şehirleşmeye geçişi ise M.Ö 400. yüzyılda Hititlerin bir kolu olan Luvilerle başlıyor. Sırasıyla şehir yönetim değiştirerek Frigler,Lidyalılar, Persler,Romalılar ve Selçuklulara kadar geliyor. Tabi şehirde her dönemde her devletten bir kültür mirası şehirde kalıyor. Bu yüzden çok fazla kültürü bünyesinde barındıran çok büyük bir kent Sagalassos.

Peki neden bu kadar yüksekte kurulmuş? Bunun birçok sebebi var. Bunlardan birisi güvenlik kaygısı, bir diğeri ise suyun bolluğu. Yer katmanlarının özelliği sayesinde, bölgede düzinelerce pınar bulunuyor. Geçirgen kireçtaşı kayaçlardan sızan su, alttaki kil tabakalarına rastlayınca, yamaçlardaki çatlaklardan çağlayan pınarlara dönüşüyormuş. Aynı zamanda bu yamaçlar insanlara, yüksek kaliteli seramik kap kacak ve tuğla yapmaya uygun kil ve metal eşya üretmek için maden cevheri de sunmuş. Antik çağlarda civardaki vadiler bugün olduğundan daha da verimliymiş. Bir başka etken de, kentin tarihinin en parlak zamanı olan Roma İmparatorluk Dönemi’nde, Sagalassos’un, Anadolu’nun yol ağına bağlanmış olmasıymış. Bu sayede kent hem Anadolu’nun içlerine, hem de Ege ve Akdeniz limanlarına kolaylıkla ulaşabiliyormuş.

Yazının Devamı

GİZEMLİ İNSUYU MAĞARASI

İnsuyu Mağarası’nın her metrekaresini karış karış iyi biliyorum. Daha önce buraya çocukluğumda ailemin getirdiğini hatırlıyorum. Ama ben mağara’nın her köşesini 2005 yılında Kanal 7 için çektiğim “Mağara” isimli bir film sayesinde tanıdım. O yıllarda İstanbul’da hem oyunculuk hem de yönetmenlik yaptığım dönemlerde yapımcıdan, filmin büyük bir kısmının mağara içinde çekileceği bir film teklifi aldım. Filmde görevim yardımcı yönetmenlik ve oyunculuk olacaktı. Filmin bir kısmını Behramkale’nin taş sokaklarında çektikten sonra Burdur’da filmi “İnsuyu Mağarası”nda tamamlayacaktık. Film “Roma İmparatorluğu döneminde, üç Romalı olan Numa, Maro ve Linus’un çıktıkları yolculuğu anlatıyor. Yağmur sebebiyle bu üçlü bir mağaraya sığınıyorlar.

Girdikleri mağara içinde, buldukları küpten çıkan altınları paylaşmada anlaşmazlığa düşen üç Romalı, kıyasıya bir tartışmaya giriyorlar. Tam bu sırada yaşanan deprem sonrası altın dolu küp bir yarıktan aşağı düşüyor ve büyük bir kaya kütlesi de mağaranın ağzını tamamen kapatıyor. Kaya tarafından çıkışı kapanan mağarada mahsur kalan Romalılar, buradan kurtulmanın yollarını aramaya başlıyorlar.” Filmin büyük kısmı mağara içinde geçince çekimler mağaranın ziyaret saatlerinin dışında sabaha kadar sürecek şekilde yapılıyor. İşte o dönemlerde yaklaşık 10 gün boyunca her gün akşam üzeri saat 5 den sabahın ilk ışıklarına kadar mağaranın her köşesinde bir anım var. Şimdi gelelim bu harika, kesinlikle görülmesi gereken mağaranın hikayesine…

İnsuyu Mağarası Burdur’a 13 km uzaklıktaki Çatalağıl köyünde yol kenarında bulunuyor. Bu mağara turizme 1966 yılında açılan ilk mağara ve giderek her geçen yıl daha da zarar görüyor. Bu gittiğimizde neredeyse içinde hiç su kalmamıştı. Ama bu mağaranın özelliği içinde büyüklü küçüklü derin göllerin bulunması. Mağaranın toplam uzunluğu 597 metre ve yatay ilerleyen bir mağara. Mağaranın içinde tam 9 gölet bulunuyor. Ama son gördüğümde artık bu göletlerin hiç birinin içinde su bulunmadığına şahit oldum. Mağaranın girişinde ki karbonatlı maden suyu kaynağından çıkan suyun mağaranın içindeki su ile karışması, bu mağaranın hidrolojik kaynak olarak da bilinen farklı bir özelliği olmasını sağlıyor. Bu suyun şeker hastalarına ve mide rahatsızlıklarına iyi geldiği söyleniyor.

Yazının Devamı

BURDURDA Kİ ARKEOLOJİ MÜZESİ ADETA TARİH KOKUYOR

Bu müzelerden ilki Burdur Arkeoloji Müzesi. İkincisi ise bu müzenin yaklaşık 800 metre uzağında ki Burdur Doğa Tarihi Müzesi. İki müzede de gerçekten ilginç bilgiler var. Bu yazımda size Burdur Arkeoloji Müzesi ile ilgili bilgiler verip gezimin bu bölümünde ki deneyimlerimi paylaşmak istiyorum.

İlk ziyaretimiz olan Burdur Arkeoloji müzesi ulaşımın çok kolay olduğu kent merkezine kurulmuş. Burdur, yöresi bulunduğu konum bakımından Ege, Akdeniz, İç Anadolu uygarlıklarının ortak özelliklerini bünyesinde barındırıyor. Burdur günümüzde Antalya, Muğla, Denizli, Afyon ve Isparta illeriyle çevrili. Antikçağ da, İsauria ve Lykaonia ile doğudan, Pamphylia ile güneyden, Likya ve Karia ile batıdan, Firigya ve Galatia ile de kuzeyden çevrili; Pisidia antik coğrafyasında bulunuyormuş. Burdur’un tarih öncesi geçmişi paleolitik çağlara kadar uzanmaktaymış. Daha sonra sırasıyla Neolitik ,Kalkolitik çağlara ait somut buluntular Hacılar ve Kuruçay kazıları ile ortaya çıkmış. Bu özellikleri ile zengin bir tarihe sahip olan Burdur 1950 yıllarının ortasında bir müze açma çabasına girmiş.

Burdur Müzesi’ndeki eserler, MÖ.7000’den günümüze kadar gelmiş kültür ve tarih hazinesi. Burdur Müzesi binası, Müze’nin bahçesinde bulunan medreseden geri kalan Osmanlı Pirkulzade Kütüphanesi’nin mimarisinden esinlenerek yapılmış. Müze yapılmaya karar verildikten sonra çevrede kazı çalışmaları yoğun bir şekilde başlamış. Özellikle 1957 – 1960 yılları arasında dört sezon arkeolojik kazılar yapılan Hacılar Höyük ile Burdur bütün dünyanın dikkatini üzerine çekmeyi başarmış. Bu girişimlerin sonucunda Burdur Müzesi 1963 yılında resmen kurulmuş. Şu anda Burdur Arkeoloji Müzesi 60.000’den fazla kültür varlığına sahip, Türkiye’nin en zengin müzelerinden biri olma özelliğine sahip. Aynı zamanda Burdur Arkeoloji Müzesi 2008 yılında “Gezilip Görülmeye Değer Müze” ödülünü almış. Bu müzenin her yerinden adeta tarih akıyor.

Yazının Devamı

YOK OLMAK ÜZERE OLAN BURDUR GÖLÜ

Lisinia Doğal Yaşam Köyünden ayrılıp Burdur Gölü kıyısından gezimize bu güzel gölün tüm çevresini gezerek devam ediyoruz.

Burdur Gölü Söğüt Dağı ile Sulu dere Yayla dağ kütleleri arasında uzanan oluk şeklindeki tektonik çöküntünün sularla dolması ile oluşmuş. Kapalı bir havzada yer alan gölün akıntısı yokmuş. Göl suyu oldukça tuzlu olup ülkemizin en derin göllerinden birisi olma özelliği taşıyor. Derinlik bazı bölgelerde 100 metreyi buluyormuş. Son 35 yılda suyunun yaklaşık üçte birini kaybeden Burdur Gölü, çevresinde yer alan mermer ocakları dolayısıyla kesilen su rezervleri gölü besleyemediğinden ötürü gittikçe küçülüyor. Atlas dergisine göre bu küçülmenin küresel ısınmadan başlayarak birçok nedeni arasında yanlış tarımsal sulama da var. Tarım kuyuları suya ulaşmak için her yıl biraz daha derine iniyormuş. Son yıllarda gölü besleyen yüzey sularına da tarımsal sulama amaçlı setler çekilmesi ise Burdur Gölü’nün boğazına takılı kemendi iyice sıkmış. Oysa damlama sulama yöntemi hem ürün kalitesini artırıyor hem de azımsanmayacak su tasarrufu sağlıyormuş. Göl su seviyesinin son yıllardaki aşırı düşüşüne gölü besleyen dere ve çaylar üzerinde yapılan barajlar ve son yıllardaki bölgede yaşanan aşırı kuraklığın neden olduğu da ayrı bir sebep.

Tüm bu olumsuzluklara rağmen gölün yüze yakın kuş türüne ve yaklaşık olarak 300 bine yakın su kuşuna ve özellikle dünyada nesli tükenmekte olan “dikkuyruk” ördeklerinin % 70’ine ev sahipliği yaptığını öğrendim. Endemik kuş türlerinin barınma alanı olan Burdur Gölü uluslararası öneme sahip bir sulak alanmış ve yaklaşık 85 kuş türü bu bölgede hala yaşamlarına devam etmeye çalışıyormuş.

Yazının Devamı

LİSİNİA DOĞAL YAŞAM KÖYÜ VE YABAN HAYAT REHABİLİTASYON MERKEZİ

Kuyucak Köyü Lavanta bahçelerinin olduğu bölgeden geri dönüp Burdur Gölü kıyısından yaklaşık yarım saatlik bir yolculukla bu köye gelebiliyorsunuz. Buranın çok ilginç bir kuruluş hikayesi var. Lisinia Doğa Projesi’nin temelleri doğa gönüllüsü Veteriner Hekim Öztürk Sarıca tarafından 2005 yılında Burdur Gölü’nün kıyısında atılmış. Bölgenin eski çağlardaki adı olan Psidya’nın en önemli şehirlerinden biri Lisinia olması sebebi ile bu isim verilmiş. Lisinia; Doğan ve batan güneşin,ay ışığının suda ki pırıltısı anlamına geliyormuş.

Uzun yıllardır Burdur’un Yeşilova ilçesine bağlı Akçaköy’de yaşayan ailesi ile birlikte, doğa ile baş başa bir çocukluk geçiren Öztürk Sarıca’nın ve Lisinia’nın hikayesi ilk gördüğü andan itibaren çok etkilendiği “Ardıç” ağacıyla başlamış. En olumsuz şartlarda yaşama,direniş ve dayanıklılığın simgesi, olarak gördüğü Ardıç Ağacı’nın suyu ne kadar az tükettiğini, en kıraç yerden en sulak yere kadar her yerde yaşamı sürebildiğini, insanları gölgesinde ağırlayıp, uğurladığı zamanları görmüş Öztürk Sarıca. Doğadaki tüm canlı ve cansız varlıklar arasındaki sonsuz uyumu,özellikle son 30 yılda doğanın kirlenmişliği ve bunun yansıması olarak da ortaya çıkan kanseri gören Sarıca, kendini adadığı doğal hayatın sürmesi ve gelecek nesillere aktarılması için kolları sıvamaya karar vermiş.3 yıl süren izin çalışmaları sonucu Lisinia öncelikle ülkemizin ilk Yaban Hayatı Merkezlerinden birisi olarak resmiyet kazanmış. Bölge tüm masrafları Öztürk Sarıca tarafından karşılanmak üzere 10 yıllığına Orman ve Su İşleri Bakanlığınca bedelsiz hibe edilmiş.Kurulduğu yıldan beri gelişerek çeşitlenen Lisinia Doğa hali hazırda 8 farklı alt proje ile çalışmalarını sürdürüyor.

Bu projelerden ilki olan “Kansersiz Gelecek elimizde” ile Öztürk Sarıca doğal yaşamın faydalarını her fırsatta dile getiriyor.

Yazının Devamı

ISPARTA LAVANTA BAHÇELERİ

Bu gezimizde yanımıza 58 günlük oğlumuzu da alarak Göller Bölgesine Lavanta bahçeleriyle ünlü Isparta’ya doğru yola çıktık. Size bu yazımda meşhur Lavanta Bahçeleri ve Kuyucak Köyü izlenimlerimi anlatmaya çalışacağım.

Gece yarısı Balıkesir’den başladığımız yolculuğumuzda ilk durağımız Lavanta Bahçeleri ile ünlü Isparta’nın Keçiborlu ilçesine bağlı Kuyucak köyü oldu. Dünyaca ünlü Fransa’nın Provence Bölgesinde ki lavanta bahçelerine Türkiye dahil akın akın dünyanın birçok yerinden turistler ziyarete gidiyorlar. Şunu açıkça söyleyebilirim ki bizim ülkemizin lavanta bahçeleri Fransa’nın lavanta bahçelerini asla aratmıyor. Zaten daha köye girmeden sağlı sollu arazilerin üzerinde lavantaları görüyorsunuz. Ama asıl güzellik köyün içinden geçip yaklaşık 4-5 km daha gittikten sonra Lavanta bahçeleri seyir terası denen yerde sizi karşılıyor. Biz gittiğimizde sabahın daha ilk ışıkları ve güneş yeni yeni kendini gösteriyordu. Ama fotoğraf sanatçıları yerlerini almış çekimlere başlamışlardı bile.

Bende eşim ve minik oğlumuz ile lavantaların arasında muhteşem bir gezinti yaparak bu güzelliği canlı canlı yaşama fırsatı buldum. Bir yandan mis kokulu lavantaları seyrederken bir yandan da fotoğraf çektirmeyi ihmal etmedik tabi ki. Haziran sonu lavantalar morarmaya başlıyor. Temmuz ayında ise çiçekleri patlayınca mosmor oluyorlar. Böylece şölen de başlıyor.Biz bu şölene en doğru zamanda gittiğimizi düşünüyorum. Hasat dönemi ise Ağustos ayında bitiyor. Eğer bu bölgeyi şimdiye kadar görmediyseniz mutlaka ziyaret edilecek yerler listenize eklemenizi öneriyorum.

Yazının Devamı

SİZ BAYRAK NEDİR VATAN NEDİR BİLİR MİSİNİZ?

Ya baba.. Belki çok belli edemez duygularını ama ilk kucağına aldığında,ilk kokusunu duyduğunda neler hisseder bilebilir misiniz? Baba olmadan bilemezsiniz..

Düşmanın nerde ve kim olduğunu bilmeden, çocuklarımızı ortaya savaşsınlar diye atanlar.. Terör denen belada çocuklarımızı kurban edenler size soruyorum. Siz anlar mısınız analar babalar ne hisseder,ne düşünür… BİLEMEZSİNİZ… Çünkü siz hiç evlat diye kefene sarılmadınız.

BİLEMEZSİNİZ… Çünkü siz hiç oğlumun,şehidimin kanı diye bayrağa sarılmadınız.

Yazının Devamı

VATANI KORUMAK ÇOCUKLARI KORUMAKLA BAŞLAR

İslam dinince de giyimi, inancı durumu ve görüşü her ne olursa olsun hiç bir neden tecavüz için mazur görülemez. Bu bir saldırıdır, zulümdür ve en büyük haksızlıklardandır. İslam bu günahı her açıdan bir hak ihlali ve büyük günahlardan saymıştır.

Biliyoruz ki küçük yaşta evliliğe sürüklenen çocukların ülkemizin aydınlık geleceğine, gelişim sürecine hiçbir faydasının olmadığı gibi o çocuklarla birlikte ülkemiz de felakete sürüklenmektedir. Vicdan nedir bilmeyen ve küçük çocukların hayatlarını mahveden mahlukların affedici unsurla yargılanması kabul edilemez. Kadınlara ve çocuklara reva görülen bu tecavüz düzenini kabul etmiyorum.

********************

Yazının Devamı

ÖZÜR DİLERİM...

Geleceğini kararttım, bununla da yetinmeyip sana tecavüz ederek hayatın boyunca yaşayacağın ağır bir travma ile başbaşa bırakıp tecavüzcünü aklarken ses çıkaramadım sana sahip çıkamadım çocuğum, çok özür dilerim.

Şimdi bu utançla bir kaç sosyal medya paylaşımı ve birkaç süslü püslü gazete haberi ile utancımı gizleyip, sonra hayatıma devam edeceğim kusuruma bakma çocuğum. Hatta çocuğum bu tecavüzleri yapanları şiddetle kınadım bak yalanım yok. Şiddetle kınamaya da devam ediyorum…

Canım Atam en çok da senden özür dilerim.Sen bu vatanı çocuklarımıza, gençlerimize bıraktın ama biz cinsel ilişkiye rıza yaşını 12’ye indirerek,çocuk istismarı mahkumlarına af önergesi vererek, bol bol çocuk yapmaya odaklanıp onların geleceğini düşünmeyerek, çocuklarımızı işçi gibi çalıştırararak Yeni ve kalabalık bir Türkiye hayali ile çocuklarımıza sahip çıkamayarak seni rahat uyutmadık Atam özür dilerim.

Yazının Devamı

ÖZÜR DİLERİM...

Geleceğini kararttım, bununla da yetinmeyip sana tecavüz ederek hayatın boyunca yaşayacağın ağır bir travma ile başbaşa bırakıp tecavüzcünü aklarken ses çıkaramadım sana sahip çıkamadım çocuğum, çok özür dilerim.

Şimdi bu utançla bir kaç sosyal medya paylaşımı ve birkaç süslü püslü gazete haberi ile utancımı gizleyip, sonra hayatıma devam edeceğim kusuruma bakma çocuğum. Hatta çocuğum bu tecavüzleri yapanları şiddetle kınadım bak yalanım yok. Şiddetle kınamaya da devam ediyorum…

Canım Atam en çok da senden özür dilerim.Sen bu vatanı çocuklarımıza, gençlerimize bıraktın ama biz cinsel ilişkiye rıza yaşını 12’ye indirerek,çocuk istismarı mahkumlarına af önergesi vererek, bol bol çocuk yapmaya odaklanıp onların geleceğini düşünmeyerek, çocuklarımızı işçi gibi çalıştırararak Yeni ve kalabalık bir Türkiye hayali ile çocuklarımıza sahip çıkamayarak seni rahat uyutmadık Atam özür dilerim.

Yazının Devamı

SELÇUK GEZİ NOTLARI -2

Amazon adı ile bilinen kadın savaşçılar tarafından kurulan Efes Antik kenti ; Dünyanın 7 harikasından birisi olan Artemis Tapınağı‘nın da bulunduğu ülkemizin dünyadaki en meşhur, en çok ziyaretçi alan tarihi yerlerinden birisi.Burayı geszmek saatlerimi alacağı için güne erken başlamayı tercih ettim. Efes hem ticaretin, hem dinlerin, hem de kültürlerin başkenti olmayı başarmış bir şehir. Antik kentin harabelerini gezerken bunu tüm benliğiniz ile hissedebiliyorsunuz. Muhteşem bir dizayn ve düzen içinde adeta ince matematiksel hesaplarla kurulmuş çok düzenli bir yerleşim yeri.Kuruluşu M.Ö. 6000 yıllarına dayanan ve Helenistik dönemden tutunda Roma, Bizans ve Osmanlı dönemlerine kadar aktif yerleşim yeri olarak kullanılan bu soylu kent Efes; Hristiyanlığın Hac merkezi olarak kabul edilmesi ile muhteşem bir tarih aslında. Efes Antik Kentin de bulunan Hadrianus Tapınağı girişinde Efes’in kuruluşunu anlatan şu cümleler bulunuyor;

“Atina kralı Kodros’un cesur oğlu Androklos, Ege’nin karşı yakasını keşfetmek ister. Önce, Delfi kentindeki Apollon Tapınağı’nın kâhinlerine danışır. Kâhinler ona, balık ve domuzun işaret ettiği yerde bir kent kuracağını söyler. Androklos bu sözlerin anlamını düşünürken Ege’nin lacivert sularına yelken açar… Kaystros (Küçük Menderes) Nehri’nin ağzındaki körfeze geldiklerinde karaya çıkmaya karar verirler. Ateş yakarak tuttukları balıkları pişirirlerken çalıların arasından çıkan bir yaban domuzu, balığı kaparak kaçar. İşte kehanet gerçekleşmiştir. Burada bir kent kurmaya karar verirler… “

Efes tarihçilere göre Asya’da bulunan en önemli ticaret merkeziymiş.Efes kenti Bakire Meryem’in bu kente gelmesinden sonra adeta yıldızlaşmış ve ünü her tarafa yayılmış. Lakin o olaydan bir süre sonra sık sık el değiştirmiş ve 1304 yılından sonra Türklerin eline geçmiş. Efes antik kentinde Artemis Tapınağından sonra en ön plana çıkan diğer yapı tabiki Efes Antik Tiyatrosu. İçini gezerken çok etkilendiğim bir yer. (Kendim de tiyatrocıuyum ya sanırım ondan) Yapılırken herşeyin en ince detayı ile düşünüldüğü şimdi bile eşini yapmanın mümkün olmadığı bir yapıt. 24 bin kişilik bir devasa tiyatro. O dönemde kimbilir hangi eserlere ev sahipliği yapmıştır.Tiyatrodan çıkıp şehrin sokaklarında yaklaşık 100 metre ilerliyorsunuz ve karşınızda bambaşka bir sanat eseri sizi bekliyor. Yapı olarak tarihi duvarların üzerinde ki yazılardan da okuyabildiğiniz Celsus Kütüphanesi daha içeriye girmeden dış görünüşü ile sizi büyülemeye yetiyor.Bu bina il ilgili bir iddiayı sizinle paylaşmak isterim.. Kütüphanenin hemen karşısında bir genel evin olduğu söyleniyor.Diğer antik kentlere bakıldığında bu durumun ilk olduğu söylenemez. Ancak iddia şöyle ki kütüphanenin içinden bu geneleve çıkan gizli bir geçit varmış.O dönem insanlar karısına yakalanmadan bu yoldan geneleve gidiyorlarmış. Hanımlar da bizim adam okumaya gitti çok kültürlüdür diye komşularına hava atıyormuş. Valla ne diyim şakaysa komik değilse daha da komik.Antik Kentin en ilginç yerlerinden biri de Yamaç Evler. Bu bölümü gezmek için ayrıca kişi başı 20 TL ödemek zorundasınız. Müze kart bu bölge için geçmiyor. Bu bölgede kentin zenginleri yaşıyor. Balıkesir’de ki Değirmen boğazının oradaki konakları düşünün işte. Evlerde yok yok. Düşünün o dönemde alttan ısıtmalıymış evler.Gerisini siz varın hayal edin… Daha anlatacak çok şey var bu antik kent için ama gerisini gezerek siz öğrenin diyip diğer bir tarihi yeri sizlerle paylaşmak istiyorum. Bu arada unutmadan söylemek isterim Efes’in şuanda sadece 30 da 1’nin keşfedildiği söylentiler arasında….

Yazının Devamı

SELÇUK GEZİ NOTLARI -1

İlk durağımız İncil yazarı St. John’un mezarının bulunduğu klise. Hıristiyanlığın kutsal mekânı sayılan bu yer Bizans İmparatoru Büyük Iustinianus tarafından inşa ettirilmiş en büyük yapılarından birisi. Altı kubbeli kilisenin merkezi kısmında, altta, Hz. İsa’nın en sevdiği ve çarmıha gerilişinden kısa bir süre önce annesini teslim ettiği, havarisi St. Jean’ın mezarı bulunuyor. St. Jean’ın, İsa’nın çarmıha gerilişinden sonra Meryem Ana’nın Kudüs’te kalmasını sakıncalı bularak, oradan kaçırıp buraya getirdiği rivayet ediliyormuş.Hz. Meryem’in 101 yaşına kadar Bülbül Dağındaki bu yerde yaşadığı ve burada öldüğü; St. Jean’ın Meryem Ana’yı yine bu dağda kendisinden başka hiç kimsenin bilmediği bir yere gömdüğü de söylemtiler arasında…. Hıristiyanlığın yayılmasından sonra Meryem Ana’nın bulunduğu yere Hıristiyanlarca haç şeklinde bir kilise inşa edilmiş ve bu ev papalık tarafından 1967’de Hıristiyanlığın kutsal bir yeri ilan edilmiş. Burada 15 Ağustos’u izleyen ilk pazar günü ayin yapılıyor ve gelenler hacı oluyormuş. Yapının kuzeyinde bir hazine odası ve vaftizhane de vardır.Defalarca Selçuk’a gelmiş biri olarak bu mekanı ilk defa gezdim. Daha içeriye girer girmez bizi karşılayan mezarlar ile yolumuza devam ediyoruz. Mekan Selçuk’a hakim bir tepede olduğu için içeriye girdikçe manzarada güzelleşiyor. Bir de yağan yağmur bu tarihi gezimizi çok daha keyifli hale getiriyor.Klisenin yıkık haline gezerken farkedemiyorsunuz ama maket halini görünce şuan içinde bulunduğunuz yerin önemi bir kat daha artıyor. Genelde Selçuk tarafına tur düzenleyen firmalar bu kliseye uğramıyorlar. Benim tavsiyem Selçukta gidilecek yerler kısmına St. John Klisesini mutlaka eklemeniz.

Bugünkü ikinci adresimiz Tarihi İsabey Camii; 1375 yılında Aydınoğlu İsabey tarafından Mimar Ali’ye inşa ettirilmiş. 51×57 m. ölçülerindeki bu camide Efes’le Artemis Tapınağı’ndan getirilen mimari parçalar kullanılmış. Kubbenin pandantifleri çini levhalarla, pencere pervazları stelaktit, örgü motifleri ve renkli taşlarla süslenmiş. Caminin daha giriş kapısında heybetinden dolayı bir dur diyorsunuz kendinize. İçeriye girip bahçeye çıktığınızda hayretiniz hayranlığa dönüşüyor. Çünkü bahçede ki sütünlar sanki cami bahçesinde değil de bir müzenin ya da antik bir kentin sokaklarında yürüyormuşsunuz izlenimi bırakıyor. Gittiğim yerlerde tarihi camileri ziyaret etmeye ve incelemeye özen gösteririm. Özellikle söylemeliyim ki Tarihi İsabey Camiisi gerçekten ilgi çekici ve görülmeye değer bir yer.

Ve tabiki son durağımız her gittiğimde ayrı bir keyif aldığım Çetin Maket Köy.Kuşadasına yaklaşık 15 km kala yol kenarında Nazmiye ve Ayhan Çetin çiftinin çocukluk öykülerinin silinip gitmemesi için kurdukları müze aslında burası.Dışardan baktığınız zaman derme çatma biryer gibi gözüküyor.Ama içeriye 6 TL ödeyip giriş yaparsanız Anadolu köy yaşamını ve geleneklerini bütün ayrıntılarıyla görme şansına sahip olacaksınız. Müzede bebek örnekleri, maketler ve heykeller bulunuyor. Bunlar Batı Anadolu köylerinin günlük yaşantısını, örf ve adetlerini, unutulan çocuk oyunlarını yansıtıyor. Ayrıca Kurtuluş Savaşı’nda cephedeki durum, cephe gerisindeki viran olmuş, yokluk içindeki köyler, cepheye yiyecek ve cephane taşıyan konvoylar, Elif’in Kağnısı gibi kompozisyonlara da yer veriliyor. Bunun yanı sıra Anadolu’nun değişik yörelerinden Silifke, Ağrı kadın, Ege kadın, Ege zeybek gibi folklor ekipleri, “Ye kürküm ye”, “Parayı veren düdüğü çalar” gibi Nasrettin Hoca fıkraları ve taş devrini anlatan kompozisyonlar da mini maketlerde hayat buluyor. Çetin Kültür Köyü Müzesi iki bölümden oluşuyor. Bahçeden adımınızı attığınız anda kendinizi gerçek bir köy ortamında buluyorsunuz. Öyle ki, cansız olduklarını bilmeseniz, uzaktan baktığınızda gerçekten bir köye geldiğinizi sanabilirsiniz. Bir odada yün eğiren, kilim dokuyan köylü kadınlar, bir odada demir döven ustalar, bir odada kalaycılar, nalbantlar… Gerçek boyutlardaki bu maketler, hareketli-sesli bir sistemle uygulanarak ziyaretçilerine geçmişi birebir yaşatıyor. Müzenin ikinci bölümünü oluşturan iç kısmı ise başka bir şaşkınlık yaratıyor insanda. Kız isteme, düğün, nişan, asker uğurlama, kurban alımı, şişe vurma, ayı oynatma, sünnet gibi örf ve adetler, telden araba ve oyuncak yapma, koyun gütme, tarla sürme, ekin işleme, avcılık, değirmencilik, demircilik, tenekecilik, testicilik, nalbantlık, kadınların kış hazırlıkları, koyun kırkma, koyun sağma, halı ve kilim dokuma, çerçiden alışveriş, kervandan alışveriş, cami, eve su taşıma gibi Anadolu’ya ait ritüeller en ince detayına kadar işleniyor.Müzedeki tüm eserler 300 metrekarelik bir alana yayılıyor. Müzeyi kuran Ayhan Çetin ve eşi Nazmiye Çetin, 1980’li yıllardan beri sürdürdükleri çalışmalarının ürünlerini burada gururla sergiliyorlar. Kompozisyonlardaki figürler ve resimler Ayhan Çetin, kıyafetler ve aksesuarlar ise Nazmiye Çetin’in emekleriyle ortaya çıkmış.

Yazının Devamı