Güvenin Çöktüğü Bir Dünyada İnsan Kalabilir Misin?
Güvenin Çöktüğü Bir Dünyada İnsan Kalabilir Misin?
Düşünün; bir sabah uyandığınızda telefonlarınız çalışmıyor, internet gitmiş, şehir elektriksiz... Ardından kıyı kasabalarını yutan dev dalgalar, günler içinde yayılan bir salgın ve nihayet yüzünü tanıyamadığınız insanlar… Peki bu tablonun en yıkıcı olanı hangisi? Teknolojinin çöküşü mü? Doğanın öfkesi mi? Yoksa artık kimseye güvenememek mi?
İnsanlık tarihine baktığınızda, bizler bin yıllardır doğaya, hastalıklara, savaşlara karşı mücadele etmişiz. Ama en büyük yıkım, dışarıdan değil içeriden geldiğinde olur. Güvendiğiniz insanların aslında size düşman olabileceği bir dünya, fiziksel yıkımdan daha derin bir çöküştür. Çünkü insanı insan yapan sadece beden değil, bağdır. Aile, dostluk, toplum… Hepsi görünmez ama hayatta kalmamızı sağlayan en büyük kalkanlardır. Bir düşünün; bir yabancı size yardım eli uzattığında artık içgüdüsel olarak geri mi çekiliyorsunuz? Güvenmek mi tehlikeli oldu artık, yoksa güvendiğimiz için mi bu kadar kırıldık? Toplum olarak yalnızlaşmamızın temelinde belki de bu soru yatıyor. Birbirimize tahammülümüz azaldı, iletişimimiz koptu, en küçük krizde bile ilk tepkimiz “önce ben” oldu. Ama tarih boyunca insanlar birlikte hayatta kalabildiler. Dayanışma, en büyük hayatta kalma becerimizdi. Kriz anlarında insanlığımızı ölçen şey, bilgi ya da fiziksel güç değil; etik duruşumuzdur. Kimse izlemediğinde de doğru olanı yapabilmek, bir başkasının hayatını kendi hayatın kadar önemseyebilmek… Bu değerler, her çağda hayatta kalmaktan çok daha fazlasını ifade eder. Çünkü güven, sadece karşı tarafa verilen bir ayrıcalık değildir. Aynı zamanda kendi vicdanımızla yaptığımız bir sözleşmedir.
Modern çağın “görünmeyen düşmanları” artık yalnızca virüsler ya da siber saldırılar değil; duygusal yorgunluk, yalnızlık, güvensizlik ve kopukluktur. Ve bu düşmanlar öyle sessiz ilerliyor ki, bir sabah uyandığımızda her şey yerli yerinde gibi görünür ama içten içe çoktan yıkılmış oluruz. İşte bu nedenle, güven duygusu artık lüks değil, hayati bir ihtiyaçtır. Sistemler çöker, şehirler yıkılır, kaynaklar tükenir… Ama birbirimize güvenme yetimizi kaybettiğimizde, geriye hiçbir şey kalmaz. İnsanı güçlü kılan ne teknolojisi, ne silahı, ne zekâsıdır. İnsanı insan yapan; bir başkasına gözünün içine bakarak “senin de acını anlıyorum” diyebilmesidir. Ve işte o anda, felaketin ortasında bile yeniden umut doğabilir. Belki de asıl kıyamet, dışarıdan değil içeriden gelir. Kalabalıklar içinde güvensizce yalnızlaştığımızda, çocuklarımıza korkuyu miras bıraktığımızda, dostluk yerini şüpheye bıraktığında başlar o çöküş. Ama hâlâ geç değil. Her birimizin elinde, güveni yeniden inşa edecek bir tuğla var. Ve o tuğla; anlayış, empati, dürüstlük, cesaret ve en önemlisi umuttur. Güven bir lüks değil; bir toplumun ayakta kalma refleksidir. Eğer onu koruyamazsak, dışarıdaki felaket değil, içimizdeki boşluk yok eder bizi. O yüzden kendinize bugün tek bir soru sorun: Güvenmenin risk olduğu bir dünyada, hâlâ güvenmeye cesaret edebilir misiniz?