Prof. Dr. Fatih Satıl

Prof. Dr. Fatih Satıl

ANIZLARI YAKMAYIN YAKANLARI UYARIN

Ülkemizde 1993 yılından beri yasak olmasına rağmen, tarlada kalan sap ve kökler kolay, masrafsız olduğu düşüncesiyle maalesef yakılıyor. Köylü bu şekilde toprağın daha kolay işleneceğini ve daha fazla verim alacağını sanıyor. Fakat beklenenin tersine, anız yakmanın yarardan çok zararı vardır.

Anız yangınıyla yüzey toprağının organik maddesi yok olur. Bu da verimi düşürür.Ayrıca, anızın yakılması sırasında toprağın en üst katmanının ısısı 50-75 °C’ ye kadar çıkar; bu da, çoğu topraktaki ayrıştırıcı mikroorganizmaların zarar görmesine, tarlada yaşayan yararlı canlıların ölmesine neden olur.Hava kirliliğine yol açması, karayolunda görüşün azalmasıyla trafik kazalarına sebep olması, komşu tarlalardaki ürünlere, meyve bahçelerine ve ormanlara zarar vermesi de anız yangınlarının olumsuz etkileri arasında sayılır.

Yazının Devamı

Kavurucu Yaz Sıcağında Yapraklar Nasıl Yeşil Kalabiliyor?

Hiç düşündünüz mü: Yaz boyunca kendilerine biçilen vazifeleri yerine getiren narin yapraklar, ateş saçan hararete karşı nasıl oluyor da yemyeşil kalabiliyorlar?

Öncelikle şu soruyu soralım bitkiler terler mi? Bitkilerde terleme olayı, buhar halinde su kaybıdır ve yapraklarda gözenek (stoma) denilen mikro delikcikler yardımıyla gerçekleşir. Bitkiler bu mikroskobik gözeneklerden su buharı vererek terlerler. Örneğin, 15 metre boyunda bir Akça ağaç bir yaz gününde saatte 300 litre su buharlaştırabilir. Terleme olayında fiziksel bir kural vardır: buharlaşan sıvı gaz haline geçerken çevresinden bir miktar ısı alır. Yapraklar terleme sayesinde her zaman çevresinden birkaç derece daha serindir. Bu nedenledir ki insanlar sıcak günlerde serinlemek için bir ağaç gölgesini tercih ederler. İşte, yeryüzüne yerleştirilmiş olan buharlaşma kanunu çerçevesinde, kâğıt gibi ince o yapraklar terleme sayesinde, yazın şiddetli sıcağında kurumadan kalır ve hayatiyetini devam ettirebilir.

Bitkilerin sahip oldukları bu serinleme mekanizmaları olmasaydı, güneş altındaki birkaç saat bile bitkiler için ölümcül olabilirdi. Öğle saatlerinde bir dakika kadar direkt olarak alınan güneş ışığı, bir santimetrekarelik yaprak yüzeyinin ısısını 37oC’ye kadar yükseltebildiği düşünülecek olursa terlemenin önemi daha iyi anlaşılmış olacaktır.

Yazının Devamı

Karıncalar ve Demokrasi

Toplumsal sınıflar halinde yaşayan, ortaklaşa çalışan ve aralarında kesin bir iş bölümü bulunan tek canlı türü sadece insan değildir. Karıncalar alemi de; kraliçe, erkek karıncalar, asker karıncalar ve işci karıncalar olmak üzere farklı sınıflar halinde yaratılmıştır. Yani karıncalar da demokratik sosyal bir hayat vardır.

İngiliz araştırmacılar, karıncaların yuvalarının yerlerini belirlerken, aralarında ‘demokratik oylama’ yaptıklarını keşfettiler. Bunun için laboratuvarda bulunan karınca yuvasını bozarak karıncaların yeni bir yuva arayışlarını izlediler. Gözlemler sonucunda, karıncalardan biri uygun bir yuva bulduğunu diğerlerine haber verip bir grup karıncaya kendisini takip ettirdigi gördüler. Diğer karıncalar yuvaya gidip döndükten sonra gerideki karıncaların da yeni yuvayı ziyaret ettikleri gözlemlendi. Sonuçta herkes yuvada mutabık olduktan sonra, önce larvalar ve yumurtalar sonra tüm kolon yeni yuvaya taşındı.

İngilterede yapılan bir başka çalışmada ise, karıncaların mevcut yuvadan ayrılmaya karar verdiklerinde, seçilen yeni yuva alanının kalite kriterlerinin karıncalar tarafından ikna edici olup olmadığına dair basit bir oylama sistemi kullandıkları belirlenmiş. Bu yeni belirlenen yuvada yeteri kadar karınca biriktiğinde, uygun bir kalitede olduğu kabul ediliyor ve tüm karıncalar içeri girmeye başlıyor. Eğer yuvanın kalitesi bir süre sonra bozulursa, kolonideki diğer karıncalar da yeterince sayıdaki bireyin yuvadan ayrılmasına kadar bekliyor.

Yazının Devamı

Gençlik İksiri: KARPUZ

Hadsiz rahmet sahibi olan Rabbimiz, her mevsimi bir vagon gibi, bizler için envai çeşit nimetlerle doldurup bizlere gönderiyor. Yaz mevsimine girince tam da ihtiyacımız anında kavun, karpuz, üzüm ve şeftali gibi su açısından zengin meyveler bizi karşılar. Tatlı ve sulu soğuk bir karpuz yaz aylarının en lezzetli serinleticisidir. Ayrıca, içerdiği bol su ve vitaminlerle sağlıklı beslenmemizde önemli bir rol oynar.

Cilt Yenileyici: Karpuz, içerdiği A ve C vitaminleri sayesinde saçlarımız ve cildimiz için mükemmel bir besindir. Saçları nemlendirilmesinde görevli “sebum” üretiminde gerekli A vitamini içeriği sayesinde cildi daha canlı ve güzel gösterir. Aynı şekilde içeriğindeki C vitamini de cildi sağlıklı, esnek ve güçlü kılan bir protein olan kolajen yapımına yardımcı olur. Bu madde, cilt hücrelerini oluşumunda görev aldığı gibi hücrelerin de onarılmasında da vazifelidir. Cilt bakımı için sadece karpuz suyunu cildinize sürüp bir süre beklemeniz bile yeterli. Ciltte esneklik ve canlılık kazandıran karpuz suyunun yaşlanmayı da geciktirici etkisi olduğu uzmanlarca dile getirilmektedir. Ayrıca, karpuz sivilceli cildin nem dengesini de onardığını da hatırlatmak ta fayda vardır.

Kan Basıncını Dengeler ve Kalp-Damar Sistem Üzerindeki Stresi Azaltır: Karpuzda bulunan potasyum ve magnezyum miktarı, kan basıncının yani tansiyonun düşmesinde çok etkilidir. Kalp işlevleri düzenlenir ve kalp krizi riski azaltılır.

Yazının Devamı

Doğayı Anlamanın ve Doğal Kalmanın Yolu: BİYOLOJİ

Doğumdan ölüme kadar yaşamın her evresinde bilinçli ve sağlıklı yaşama, ekonomik gelişmeyi sürekli kılma, çevreyi bozmadan tutma, üretimin kalitesini ve miktarını arttırmada biyoloji bilimi çok önemli bir yer tutar.

Biyoloji; canlıların yapılarını, yaşayışlarını ve çevre ile ilişkilerini, canlılık özelliklerini araştıran, fizik ve kimyanın ilkelerini de kullanarak yaşamı açıklamaya çalışan pozitif bir bilim dalıdır. Biyoloji biliminin gerçek amacı; canlılar dünyasından insanlığa faydalı sonuçlar çıkarmaktır. Toplumun ve özellikle bireyin kendisini tanıması, günlük gereksinimlerinde sürdürülebilir ekolojik bir yaşam tarzını kullanabilmesi, diğer canlılar ve çevre ile olan ilişkilerini anlayabilmesi kişinin biyoloji bilgisine sahip olmasıyla gerçekleşir.

Biyoloji ile ilgili bilgilerin eksikliği, ne yazık ki başta çevrenin bozulması, önlenmesi mümkün olmayan sağlık sorunlarının ortaya çıkması ve doğal kaynakların verimli olarak kullanılamaması gibi sorunları doğurmuştur. Çevre kirliliği, erozyon, yeşil alanların azalması, hızlı nüfus artışı, plansız kentleşme, biyolojik zenginliklerin ortadan kalkması bu sorunların başında gelir. Bilinçli doğa dostu bireyler, yaşanabilir çevre, sağlıklı yaşam gibi konuların eğitimi için Biyoloji öğretmenlerine ve Biyoloji eğitimine ihtiyaç vardır.

Yazının Devamı

Arı ve Böcek Sokmalarına Karşı Doğal Çözümler

Yaz mevsimi sinek, böcek dönemi. Her yerde onlara rastlamamız olağan. Bizi ne zaman ve nerede bir böceğin sokacağı bilinmez. Bu nedenle öncelikle böcek sokmasını engellemek gerekir. Böcek ve sinek ısırmalarına karşı koruyucu önlem olarak; yüzünüze, ellerinize ve kollarınıza karanfil yağı (yoksa lavanta yağı da olabilir) sürerseniz, sinek ve böceklerin size yaklaşmasını engellemiş olursunuz. Bunun için 500 ml yüksek kalitede zeytinyağına 5 damla uçucu karanfil (veya lavanta) yağını karıştırmanız yeterli.

Ne kadar kendimizi korusak da bazen arı ya da böcek sokmalarına maruz kalabiliriz. Bu durumunda yapılabilecek en mantıklı uygulama; öncelikle o bölgeyi temizleyerek mikrop kapmasını önlemektir. Bu iş için en uygun sıvı amonyaktır. İlk yardım kaynaklarında; arının iğnesini çıkartıp ve sokulan bölgeye amonyak sürmenin ve buz koymanın acıyı azaltan uygulamalar olduğu bildirilmektedir. Amonyak bulamazsanız yemek sodasının (karbonat) eritildiği su ile ıslatılmış bezin sokulan yer üzerine konulması da önerilir. Elle ovmadan, sürtmeden yapılan bu temizleme işlemi o bölgedeki zehri yaymadan acıyı ve ağrıyı azaltmaya yardım eder.

Nadir durumlarda arı ve eşekarısı sokması hayati tehlike içeren alerjik reaksiyonlara neden olabilir. Özellikle, baş dönmesi, bulantı, nefes alamama problemleri ve dikkat çeken anormal bir şişkinlik gibi durumlarda acil tıbbi yardım şarttır. Eğer alerjiniz yoksa böcek ısırması ve böcek sokması için halk arasında kullanılan aşağıdaki bitkisel tedavi uygulamalarını tatbik edebilirsiniz:

Yazının Devamı

Işıktan Köfte Yapılır mı?

Anlatacağım bu hu hikâye, güneş ışığının 149 milyon km mesafelik bir uzaklıktan 8 dakika gibi kısa bir sürede dünyamızdaki yeşil yapraklara ulaşmasıyla başladı aslında.

Nasreddin Hoca’nın meşhur ciğer fıkrasını duymuşsunuzdur: Hani Hoca eve üç okka ciğer almıştır da hocanın hanımı da komşuları ile o ciğeri kebap yapıp bir güzel yemişlerdir. Hoca eve geldiğinde de hanımına “ciğer nerede?” dediğinde de hanımı “kedi ciğeri yedi” demiştir. Tabi buna inanmayan hoca da tutup kediyi tartıvermiştir. Kedicik üç okka ancak gelmiştir. Bunu gören hoca: “Bu kediyse ciğer nerede? Yok bu ciğerse kedi nerede?” diye sorar ve hanımının kabahatini ortaya çıkartır. Bu fıkrayı şunun için anlattım: 17. yüzyılda yaşamış olan Helmont adlı bir filozof ve bilim adamı 5 yıl sürecek bir deney yapmaya karar verir. Helmont bu deney için 100 kilo kadar toprağı tartıp bir saksıya yerleştirir. Sonra da 2.5 kg ağırlığındaki bir söğüt fidanını bu saksıya diker ve beş yıl boyunca bu saksıya sadece yağmur suyundan başka bir şey koymaz. Helmont, beş yılın sonunda diktiği o söğüt ağacını ve saksıya koyduğu toprağı yeniden tartmış bakmış ki diktiği o fidan 85 kilo olmuş, toprakta ise sadece 50 gr bir azalma olmuş. İşte Nasreddin Hoca’nın ciğer fıkrasında olduğu gibi söğüt ağacı bu kadar kiloyu nasıl almıştı? Fidandaki 82.5 kiloluk ağırlık artışı topraktan olamazdı çünkü toprakta sadece 50 gr bir azalma olmuştu! O zamanlar Helmont bu artışın sudan kaynaklandığını söylemiş olsa da asıl gerçek bu değildi tabi ki. Daha sonraki yüzyıllarda farklı bilim adamları yaptıkları deneylerle; bitkilerdeki bu artışın yeşil yaprakları aracılığıyla havadan karbondioksit alıp oksijen ürettiklerini ve bu işlem sırasında hem güneş ışığına hem de suya ihtiyaçları olduğunu çözdüler. Yani FOTOSENTEZ’i keşfettiler.

“Eee konunun köfte ile alakası ne?” dediğinizi duyar gibiyim. Anlatayım:

Yazının Devamı

Canlılar Dünyasının En “BABA”ları

Babalar, annelere göre biraz daha ciddi olmakla birlikte çocuklarına karşı da annelerinden daha ilgisiz olmakla bilinirler. Fakat bazı canlı türlerinin babaları tüm dünyaya örnek olacak cinsten. Babalar Gününe özel olarak o babalardan birkaç örnek verelim:

Ortalama bir el büyüklüğünde olan Marmoset maymunlarının babaları, anne yorulmasın diye hamilelik sürecinden sonra yavruların bakımını üstlenir; onları taşır, temizler ve besler.

Dev su böceklerinin babaları ise 150 yumurtayı sırtında taşıyarak anneyi bu zahmetten kurtarır.

Yazının Devamı

DOĞANIN SAHİBİ DEĞİL, YALNIZCA BİR PARÇASIYIZ

Çevre kirliliğine dikkat çekmek ve dünyada doğal hayatı ve doğal kaynakları koruma konusuna farkındalığı artırmak amacıyla, 1972 yılında Birleşmiş Milletler Çevre Konferansı’nda alınan bir kararla 5 Haziran tarihi Dünya Çevre Günü olarak kabul edilmiştir.

Günümüzün en önemli çevre sorunu iklim değişikliği. İklim değişikliği ile birlikte; azalan yağış miktarları nedeniyle yeryüzündeki tatlı su kaynaklarının hem niceliği hem de niteliği düştü. Bu durum yakın zamanda su güvenliği sorununa yol açacaktır. Sıcaklık artışları ve aşırı hava olayları nedeniyle tarımsal üretimde düşüşler var. Bu durum artan gıda talebi ile birleştiğinde önümüzdeki süreçte küresel ve bölgesel olarak gıda güvenliğine ilişkin büyük riskler doğuracaktır. Ayrıca, sıcaklık artışı, yüksek nem oranları, aşırı hava değişim olayları ve benzeri etkiler nedeniyle insan sağlığı olumsuz etkilenecektir. İklim değişikliğinin ekosistem üzerine getirdiği baskı unsurları nedeniyle çok sayıda canlı türü yok olacak ya da yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalacaktır. İkim değişikliği nedeniyle 6 türden biri tehdit altında.

Bugün yalnızca ülkemiz değil, tüm gezegenimiz insan kaynaklı tehditler altında. Maalesef bugün dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi ülkemizde de ekonomik kalkınma niyetiyle doğal varlıkların ikinci plana atıldığını üzülerek görüyoruz. Oysa, yaşamımızı sürdürebilmemiz ancak ve ancak doğal varlıkların korunmasına bağlıdır. Bu nedenle çok geç kalmadan doğal varlıkları korumak için harekete geçmeliyiz. Türkiye’yi ve gezegenimizi korumak için kolları sıvamalıyız. Karar vericileri, Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri’ne uyumlu politikalar üretmesi noktasında yönlendirmeliyiz.

Yazının Devamı

Ramazan Bayramında Şekere Karşı Limon ve Tarçın

Ramazan’da açlık ve susuzluk süresinin oldukça uzun sürmesinin ardından bayramda hızlı ve aşırı miktarda yenilen tatlı ve yemekler bazı sağlık sorunlarına yol açabilir. Bu sağlık sorunlarına karşı tabiat eczanesinde iki mucizevi bitki var elimizde: Limon ve Tarçın.

Ramazan’da bir ay boyunca kahvaltı yapmayanlar için kahvaltı elbette büyük bir özlem. Ancak, Ramazan sonrası mükellef bir kahvaltı yapmanın da kan şekerinde denge sorunlarına neden olabileceği de unutmamalıdır. Bu nedenle kahvaltıda bal, reçel, marmelat, beyaz ekmek ve hamur işleri gibi basit şeker içeriği yüksek yiyecekler yenmemelidir. Bu yiyecekler glisemik indeksi yüksek olup kan şekerini hızlıca yükseltir ve sonrasında düşürür. Yaşanan bu ani kan şekeri düşüklüğü de daha erken acıkmamıza neden olur. Bu nedenle, kahvaltıdan önce aç karnına “2 dilim kabuklu limon ve 1 adet kabuk tarçın” ile hazırlayacağımız bir bardak ılık su içmek, hem metabolizmamızı canlandıracak hem de kan şekerimizin dengelenmesine yardımcı olacaktır. Limon ve tarçın, kan şekeri düzenleyici etkisi ile gün boyu karşılaşacağımız tatlıya olan isteğimizi de azaltacaktır.

Bunlara ek olarak, kahvaltımızda glisemik indeksi düşük yiyeceklere ve proteince zengin besinlere yer vermeliyiz. Protein tüketiminizi arttırmak tatlı ihtiyacı ile baş etmenin en iyi yollarından biri. Protein kaynağı olan yumurta, peynir, çiğ sebzeler ve tam tahıllı ekmekler hem uzun süre tok tutar hem de kan şekerinizi dengeler. Meyve suyu yerine de az yağlı süt veya şekersiz çay içebiliriz. Ve yine çaya çubuk tarçın, süte de toz tarçın eklemek sağlığımız için oldukça yararlı olacaktır.

Yazının Devamı

Kutsal Detoks “Oruç” ve Sağlığımız

Hücrelerimiz bazı durumlarda aynı biz insanlar gibi hareket ederler. Mesela hücredeki çöpler, otofagozom denilen özel torbalara doldurulur ve daha sonra lizozom adı verilen konteynerlerde depolanır. Hüceredeki atıkların bazıları yok edilip sindirilirken bazıları da geri dönüşüm yoluya enerji üretiminde yeniden kullanılır. Ramazan orucu ile hücrelerde bu olaylar nasıl gerçekleşiyor isterseniz bir göz atalım.

Hücreler, Otofaji ile daha önceki üretim atıklarını, yaşlanmış parçalarını enerji kaynağı olarak kullanıp bir tür “iç temizlik”, bir çeşit “doğal detoks” sürecine girer. Otofajinin sözlük anlamı “kendi kendini yemek” olsa da bu terimim bilimsel açıklaması oldukça farklı. Otofajide hücrelerimiz kendi kendilerini değil, hücredeki üretim artığı olan toksik maddeleri, yaşlanmış yapıları ve döküntüleri yemeye başlar. Böylece, vücut hem beslenme zahmetinden hem yüklerden hem de vücu için zararlı atıklardan kurtulmuş olur. Otofajinin bu faydalarını bilimsel olarak araştıran Japon bilim insani Yoshinori Ohsumi 2016’da Nobel Tıp Ödülü’nü almaya hak kazanmıştır. Prof. Dr. Ohsumi bu çalışması ile orucun insan sağlığına iyi geldiğini bilimsel olarak ispat etti. Çığır açan bu araştırmaya göre 3 günlük oruç, yaşlılarda bile vücudun bağışıklık mekanizmasını komple yenileyerek vücudun dinçleşmesini sağlıyor.

Normal gündelik hayatımızda yeme içme ile çok yoğun kalori alıyoruz. Bu durumda vücudumuz da bu gıdaların kalorisini yakmak ve depolamakla uğraştığından normal savunma görevlerini tam yerine getiremez. İşte oruçluyken bu olay tam tersi olur. Kalori kısıtlaması ile yaşlanmayı kontrol eden genler (daf2) devre dışı kalır, gençlik genleri (SIRT3) uyarılır. Vücut oruç sayesinde yaşamak için gerekli olan daha önemli görevlere daha fazla vakit bulabilir. Kutsal detoks oruç sayesinde kalın barsak, böbrek ve birçok organımız toksinlerden temizlenerek organlarımız bir nevi yenileniyor. Tek eksiğimiz zaman darlığından dolayı yeterince su içememek oluyor. Onu da iftardan imsaka kadar tamamlayabildikten sonra yeniden kurulmuş, bakımı yapılmış sağlıklı bir vücutla Ramazan ayından çıkmış oluruz.

Yazının Devamı

Kırların En Narin Çiçeği: PAPATYA

Havaların ısınmasıyla kırlarda rengarenk çiçekler açtı. Mayıs ayıyla birlikte çimenin yeşiline çiçeğin beyazı eklendi, bahar tüm güzelliyle bir tablo gibi ortaya çıkmaya başladı. Kırlarda açmaya başlayan papatyalar, güzelliği ve zarafetiyle de göz kamaştırıyor. Aynı zamanda birçok hastalığa da şifa oluyor.

İşte bu çiçeklerden birisi olan Mayıs papatyası ya da diğer adıyla Alman papatyası da şifası ile dikkatleri üzerine çekiyor. Papatya çiçekleri; mide-bağırsak kasılmalarını, şişkinlik ve gaz şikâyetlerini giderici etkiye sahiptir. Papatyanın sindirim sistemine etkisini yanında içerisindeki “flavonoit”ler sayesinde hafif yatıştırıcı etkisi de bulunmaktadır. Sakinleştirici etkisiyle rahatlık veren ve uykuya geçişi kolaylaştıran papatya çayı yüzyıllardır depresyon, kaygı ve uykusuzluk tedavisinde geleneksel olarak kullanılmaktadır. Papatya çayı merkezi sinir sistemine etki ederek depresyona bağlı ağrıların azalmasına yardımcı olur ve serotonin, dopamin gibi depresyonla ilgili nörotransmitterlerin (kimyasal iletimde rol oynayan maddeler) düzenlenmesini sağlar. Uyku kalitesini arttırarak enerjiyi yükseltir.

Papatya çayı bazı kişilerde alerjik reaksiyona neden olabileceği için dikkat edilmelidir. Kaşıntı, kusma, mide bulantısı gibi yan etkileri olabilir. Antidepresan, sakinleştiriciler ve uyku ilaçları ile birlikte alınmamalıdır. Teoride, düşük riskini arttırdığı için hamilelik döneminde de içilmemelidir.

Yazının Devamı

Canlılar Aleminde Anne Şefkati

Her insan çevresini kendi aynasının rengine göre görür. Merhametsiz bir kalbe sahip olan insan; çevresini ağlar, çirkin ve karanlık suretinde görür. Fakat güzel düşünen ve hep güzel bakan bir insan ise; çevresinde güzellikler ve hikmetler görür. Bu duygu ve düşüncelerle çevremizdeki canlılara bakacak olursak, bütün canlıların şefkat ve merhamet hisleri ile donatılmış olduklarını görebiliriz.

Sevgi ve merhamet sadece insanlar için var olan bir duygu değildir. Ve bazı hayvanlar sevmeyi birçok insandan daha iyi biliyor. En yırtıcı hayvanın bile yavrularına karşı merhametli davranışları, bu şefkat duygusunun varlığını göstermektedir. Vahşi bir hayvan olan aç bir aslan, zayıf bir yavrusunu kendine tercih ederek, elde ettiği bir eti yemeyip yavrusuna verir.

Horoz aç olduğu halde tavukları kendine tercih edip bulduğu rızka onları çağırır; yemez, onlara yedirir. Hem küçük yavrularına çobanlık eden tavuk dahi kendini aç bırakıp yavrularını doyurur. Bazen yavrularını korumak için vahşi hayvanlara karşı koyar, kendi canını feda eder.

Yazının Devamı

Kemoterapi Gibi Etkili Bir Bitki: “KARAHİNDİBA”

Doğada yabani olarak bulunan karahindiba, tarla ve yol kenarlarında, dağlarda doğal olarak yetişen şifalı bir bitkidir. Nisan ve mayıs aylarında çiçek açan karahindiba otu, özellikle Ege bölgesinde bolca tüketilir. Şu günlerde Balıkesir’in semt pazarlarında da köylü teyzelerin tezgahlarında bu şifalı otu bolca görmek mümkündür. Yaprakları büyümeye başladığı andan itibaren toplanabilen bu bitki, Kasım ayına kadar bulunabilir. Karahindiba bitkisini trafikten ve yol kenarlarından uzak, temiz yamaçlardan toplamak gerekir ki şifa bulacağız derken ağır metal bulmayalım midemizde!

Karahindiba bitkisinin içeriğinde; B6 vitamini, tiamin, riboflavin, C vitamini, demir, kalsiyum, potasyum, folik asit ve magnezyum gibi çok önemli vitaminler ve mineraller bulunur.

İçeriğindeki etken maddelerden dolayı karahindiba iyi bir karaciğer temizleyicisidir. Ayrıca iyi bir idrar söktürücüdür. Yüksek kolesterole ve damar sertliğine karşı iyi gelir. Yaprakları da sindirimi uyararak bağırsak faaliyetlerin artmasını sağlar.

Yazının Devamı

Üç Harfli Mucize: DNA

Geçtiğimiz Perşembe “Dünya DNA Günü”ydü. 2003 yılından beri 25 Nisan, Dünya DNA Günü olarak kutlanıyor. Bu tarih, İnsan Genom Projesi’nin tamamlandığı ve 1953 yılında DNA çift sarmalının James Watson ve Francis Crick tarafından keşfinin açıklandığı tarihtir.

DNA, her hücrenin çekirdeğinde içinde bulunan ve organizmaya ait tüm genetik bilgileri taşıyan çift sarmal şeklindeki bir moleküldür. Hücrelerde DNA, kromozom olarak adlandırılan genetik birimlerde saklanırlar. Bu yapıyı, bir makara etrafına sarılmış ipliğe benzetebiliriz. Ancak elektron mikroskobu ile görülebilen bir kromozom içindeki DNA ipliğinin uzunluğu bazen 10 cm’yi bulabilir. Bir hücredeki bütün DNA’lar açılsaydı 2 metre uzunluğunda bir iplik elde edebilirdik. İnsan vücudunda 100 trilyondan fazla hücre olduğunu düşünürsek bir insandaki toplam DNA’nın uzunluğu da yaklaşık 200 milyar kilometre olacaktır.

2 metre uzunluğundaki DNA, 6 mikron büyüklüğündeki hücre çekirdeğine nasıl sığıyor? İlk başta karmaşık ve biraz da imkânsızmış gibi görünen DNA paketlenmesi işi bilim insanlarınca “süper kıvrımlar” görüşü ile açıklanmaktadır: Yani DNA kıvrılarak boncuk şeklinde ve daha sonra kendi üstüne tekrardan kıvrılarak bir süper kıvrım (supercoil) oluşturur. DNA, bu şekilde kendi üzerine katlanan çifte sarmal halinde olmasaydı genetik kodumuz belkide vücudumuza sığmazdı. Peki, bu kadar karmaşık ve ilim gerektiren bu işi; akılsız, kör ve cansız maddelerden oluşmuş bir DNA molekülü nasıl yapabiliyor?

Yazının Devamı

Yeryüzünde Böcekler Olmasaydı Ne Olurdu?

Ünlü bilim insanı Albert Einstein’ın arılarla ilgili meşhur şu sözü söylediği bilinir: “Eğer arılar yeryüzünden kaybolursa insanın sadece 4 yıl ömrü kalır. Arı olmazsa döllenme, bitki, hayvan, insan olmaz”. Gezegenimizdeki bitkilerin %35’i üremek için arı gibi böceklere ihtiyaç duyuyorlar. Böceklerin üzerlerine yapışan polenler, bu sayede bitkilerin daha geniş alana yayılmasını sağlıyor.

Ayrıca bu böceklerin yeryüzünde ayrıştırıcı rolleri de var. Eğer onların soyunda azalma bu şekilde devam ederse, yeryüzündeki doğal çürüme olayları ve doğaya bırakılan atıkların yok edilme süreleri de uzayacaktı. Dünya, günden güne her tarafı çöplerle ve cesetlerle dolu olan bir yer olacaktı.

Böceklerin ya da eklem bacaklıların yok olması, yeryüzündeki besin zincirine de zarar verir. Böceklerin tükettikleri zararlı canlıların sayısı artar, diğer taraftan böceklerle beslenen canlıların sayısı da azalırdı. Bu durum, araştırmacılara göre dünyanın akciğeri konumundaki tropik kuşak ormanları için de çok büyük tehlike oluşturmaktadır.

Yazının Devamı

Yağmur Kokusu

Şakır şakır yağan bir yağmurun ardından pek çoğumuz havaya yayılan o hoş kokuyu derin derin içimize çekeriz. “Oh mis gibi toprak koktu” deriz. Peki, nedir bu kokunun kaynağı, hiç merak ettiniz mi?

Bu sorunun cevabını vermeden bir mucize eseri olan yağmurun oluşumunu çok teknik terimler kullanmadan basitce bahsetmek te fayda görüyorum: Her an milyonlarca metre küp su, okyanuslardan atmosfere, oradan da yağmur bulutlarıyla karalara taşınıyor. Eğer bu dolaşımı biz organize etmeye kalksaydık, kuşkusuz Dünya’nın tüm teknolojisini biraraya getirsek dahi bunu başaramazdık. Ancak buharlaşma yoluyla, hayat kaynağımız olan su, bize masrafsız ve zahmetsiz bir biçimde ulaştırılmaktadır. Uzmanların dediğine göre, her yıl okyanuslardan 45 milyon metre küp su buharlaşıyor. Buharlaşan su, bulutlar haline sokulup rüzgarlar vasıtasıyla karalara taşınıyor. Soğuk hava katmanına rastlayan bu buhar tanecikleri havadaki toz parçacıklarına tutunarak su damlaları haline dönüşüyor. Bunlar da birleşerek tonlarca ağırlıktaki bulutları oluşturuyor. Bu su damlacıklarının yeryüzüne düşmesi yani yağmur oluşturması için de belirli bir büyüklüğe gelmesi gerekiyor. Yeterli büyüklüğe ulaşan su taneleri yerçekiminin etkisiyle yere düşmeye başlar. Bu arada bütün bu anlattığımız işlemlerin ortalama 8 gün sürüdüğünü de hatırlatayım. Eğer bu yağmur yağdırılmasaydı; dünya yüzeyinden buharlaşan suyun yere inmesi mümkün olmayacak, atmosfer katmanları buhardan kalınlaşacak, dünyada hiçbir bitki yetişemeyecek ve tatlı su kaynakları kuruyup yok olacaktı.

Yüce kitabımız Kuran’ı Kerim’de yağmurun oluşumu ile ilgili şu iafadeler geçmektedir: “İçtiğiniz suyu hiç düşündünüz mü? Onu buluttan siz mi indirdiniz, yoksa indirenler Bizler miyiz.? Eğer dileseydik onu acı bir su yapardık. Artık şükretmeli değil misiniz?..” (Vakıa 69)

Yazının Devamı

Mezarlıklara Neden Servi Dikilir?

Uzun boyu, sık dalları, kışın dökmeyen yaprakları ile hep dikkatimizi çekmiştir Serviler. İnsanlığın her döneminde belli bir inanç değerinde birçok sembolik öğeler yer almıştır. İşte bunlardan biri olan Servi ağacı, eski Türk kültüründe bolluk ve bereketi simgeler ve hayat ağacı olarak nitelendirilir. Ağaç köklerinin toprağın altından gelmesi ile doğumu, gövdesinin yeryüzünde olması ile yaşamı, ağacın herdem yeşil kalması ise ölümsüzlüğü ve yapraklarının göğe uzanması ile de cennete ulaşma arzusunu simgeler.

Servi Ağacı, geleneklerimizde hem ölümün, yani faniliğin, hem de vahdetin sembolüdür. Gövdesinin semaya uzanan dik duruşu sebebiyle ağaca mistik bir anlam yüklenerek doğruluğu temsil olduğuna inanılır. Ayrıca bu dik duruşu ile Kur’anın ilk harfi elif harfine benzetilirek ona manevi bir anlam yüklenir. Elif’in aynı zamanda “Allah” lafzının ilk harfi olması ile tasavvufta vahdaniyetin simgesi olarak bilinir.

Anadolu inanç değerlerinin bir mozaiği olan Kadiri külahlarının konik şekli de Servinin bu anlam derinliğindendir. Servinin alt dallarının düz olması ellerini duaya açmış insanı hatırlatır. Üst dalları, tıpkı Yaradan’ın huzurunda acizliğini anlayıp boyun büken bir derviş gibi yere dönüktür. Tasavvufta Servinin bu hâli, dünyadan el etek çekmeye benzetilmektedir. Bunlara ilave olarak, ağacın dik ve düzgün biçimi doğruluğun, dürüstlüğün; rüzgârda savrulmayan sağlam yapısı ise sabrın sembolüdür. Ayrıca, rüzgârda hışırdayan yapraklarının “Hu” çekip zikrediğine inanılır. Mezarlıklara Servi dikilmesinin sebebi belki de rüzgârın verdiği bu seslerin neden olduğu manevi bir atmosferdir. Evliya Çelebi de Fatih Camii’nin avlusunu tasvir ederken serviler için; “göklere baş çekmiş minarelere denk uzun yeşil serviler var ki sanki her biri yeşil bir melek” diye betimleme yapmaktadır.

Yazının Devamı

İnsanoğlunun Suda Bıraktığı İz: “SU AYAK İZİ”

Yeryüzündeki su kaynakları sınırlı olmasına rağmen canlıların suya olan ihtiyaçları sınırsızdır. Aradaki dengeyi kurmak için su ayak izinden faydalanmak, iyi bir başlangıç noktası olabilir.

İlk kez 2002 yılında ortaya atılan Su Ayak İzi kavramı, sadece tüketilen suyu ifade etmiyor belki çok daha fazlasını ifade ediyor. Yeme, içme, temizlik, kişisel bakım gibi ihtiyaçlarımız için kullandığımız su, buz dağının sadece görünen yüzü. Kullandığımız ürünler üretilirken hatırı sayılır miktarda su tüketiliyor. İşte sudaki ayak izimiz de tüm bu kriterler hesaba katılınca ortaya çıkıyor.

WWF-Türkiye’nin paylaştığı kahve örneğine göre; kahvenin masamıza gelmesi için gereken su miktarı tam 140 litreymiş. Tabii kahvenizi kâğıt bardakta, süt ve şekerle içmek isterseniz, bu miktar 208 litreye çıkıyor. Tercihinizi çaydan yana kullanırsanız yaklaşık 30 litre suyu gözden çıkarmanız gerekiyor. 100 gramlık çikolata için 1700 litre su kullanılıyor. Bir sayfa kağıt üretmek için 10 litre su tüketiliyor. Bu örneklerden de anlaşıldığı üzere, giydiğimiz gömlekten kullandığımız bilgisayara, üzerine yazdığımız kâğıttan ısınmak için tükettiğimiz enerjiye kadar her şeyimiz suda ayak izi bırakıyor.

Yazının Devamı

Dünyanın En Önemli Konu’SU’: “Dünya Su Günü”

Yeryüzündeki su kaynakları sınırlı olmasına rağmen canlıların suya olan ihtiyaçları sınırsızdır. Yeryüzündeki tüm canlıların temel ihtiyacıdır su.

Yeryüzünün %71’i suyla kaplıdır fakat bu suyun %97’si deniz ve okyanuslardaki tuzlu sulardır. Bu durumda, dünya üzerindeki suların sadece %3’ü tatlı sudur ki bunun da neredeyse üçte ikisi dağ buzulları ve kutup buzu biçimindedir. Özetle, yeryüzündeki sudan bizim payımıza sadece %1’lik bir kısım düşüyor. Bu suyun ise sadece binde biri kadarı erişilebilir ve kullanılabilir durumda. Yani anlayacağınız suyumuz sandığımız kadar çok değil.

Tüm bunlara rağmen, ekonomilerin büyümesi ve nüfusun hızla artması sonucu küresel su tüketiminin son 50 yılda 3 kat artması bekleniyor.

Yazının Devamı

Yeryüzünün Bayramı: “NEVRUZ”

Kış geçti, cemreler bir bir düştü. Artık sarıçiçekler yol kenarlarında baharın gelişini müjdeliyor bizlere.

Erik ve Badem çiçek açtı, ovalar ve yaylalar, gelincikler, papatyalar ile donandı. Çiçek açan her bir ağaç, yeşillenmiş o incecik dallarına çiçeklerle bezenmiş en güzel süslü elbiselerini giyerek, en güzel kokularını sürünmüş olarak, bizlerin önünde bir nevi resmigeçit yapıyorlar, bahar bayramını kutluyorlar. Nevruz aslında tüm mahlukatın bayramı. Bahar bayramı dediğimiz 21 Mart itibariyle yeryüzünde bakın neler oluyor neler… Güneş ışınları 21 Mart ve 21 Eylül tarihlerinde ekvatora dik düşer. Her yerde gece ve gündüz eşit olur bu tarihte. Bitkilerde kış dolayısıyla kapatılmış olan taşıma boruları 21 Mart itibariyle açılarak su ve besinler tomurcuklara taşınmaya başlar. O nedenle ormancılar ve çiftçiler de bu tarihi; ağaç bayramı ve ağaçlara su yürüme zamanı olarak adlandırırlar. Suyun ağaçlara yürümesi demek kupkuru ağaçlarda hayatın yeniden başlaması, dallarda tomurcukların patlaması ve dalların yeşermesi demektir. Nevruz bayramında; yeryüzünde müthiş bir değişiklik bir yenilenme olacak, acayip işler olacak. Bu değişimi görmek için, şu baharın şu güzel gününde, güzel çiçekli bir tepeye çıkıp etrafı bir seyran etmek tefekküre dalmak gerekir. İşte o zaman, kışta harap olmuş o bitkilerin bir mucize gibi yeniden dirildiğine şahit olacaktır insan. Âdeta bu kupkuru bir çöl gibi olan tepelerin rengarenk çiçekler açtığı görülecektir. Bahara ve mahlûkata bu gözle bakacak olursa insan Nevruzun gerçek manasını da anlamış olacaktır. Sözlerimi, rahmetli yazarlarımızdan Selim Gündüzalp’in şu cümlesiyle tamamlamak istiyorum: “Bu bahar, yeniden doğup yeniden yaşamak için çiçek açmış bir ağacın yollarını kollayın ve yollara koyulun. Haydi durmayın. Bahar mektupları okunmayı bekliyor. Haydi!..” Bu vesileyle, Nevruz’unuzu tebrik ederim. Her gününüzün bayram sevinci ve huzurunda geçmesi dileğiyle…

Prof. Dr. Fatih SATIL Balıkesir Üniversitesi / Balikesir University Fen-Edebiyat Fakültesi / Faculty of Arts and Sciences Biyoloji Bölümü / Department of Biology Yeryüzünün Bayramı: “NEVRUZ”

Yazının Devamı

Yeryüzünde Kusursuz Temizlik ve Temizlik Memurları

Her sonbaharda milyarlarca bitki yapraklarını tamamen dökmektedir. Aynı şekilde diğer canlıların da atıkları ve ölüleri de doğada birikmektedir.

Peki, binlerce yıldır bu durum devam etmesine rağmen, yeryüzünde bir yığılma, kirlilik ve kokuşma neden olmamaktadır? Yeryüzünde insan elinin değmediği yerler, insanın bulaştığı yerlere nispetle daha temizdir, daha bulaşıksızdır. İnsanoğlunun bulaşık eli karışmamak şartıyla, hiçbir şeyde hakikî bir kirlilik ve çirkinlik görünmüyor.

Peki yeryüzündeki bu kusursuz temizlik fiili nasıl gerçekleşiyor?

Yazının Devamı

YERYÜZÜNDEKİ MUHTEŞEM DENGE

Yeryüzünde her gün, yüz binlerce, belki milyonlarca canlı doğmakta ve ölmektedir. Bu büyük var oluş ve yok oluşlara rağmen yeryüzünde kurulmuş olan hassas denge günümüze kadar hiç bozulmadan devam edebilmiştir.

Bitkiler, milyonlarca tohum üreterek yeryüzünü istilâ edebilecek bir potansiyele sahiptir. Örneğin, haşhaş bitkisinin her bir başında yaklaşık 20 000 tohum vardır. Yani bir haşhaş bitkisi tek başına 20 000 haşhaş bitkisi olabilecek bir potansiyele sahiptir. Bu demektir ki, eğer imkan olsa tek bir haşhaş bitkisi bir mevsimde yeryüzünün her tarafını haşhaş tarlasına dönüştürebilirdi. Ama bu istilâ yeryüzünde yerleştirilmiş olan ve “ekolojik denge” olarak bilinen kanunlarla kontrol altına alınmıştır. Aksi takdirde yeryüzü bitkiler tarafından istila edilebilirdi.

Bu üreme potansiyelini diğer canlı gruplarında da görmek mümkün. Sürekli gözümüzün önünde uçuşan sinekler buna güzel bir örnektir. Bir defada yaklaşık olarak 100’ün üstünde yumurta bırakabilen bir dişi karasinek yılda 7 kez ürer (hayatı boyunca 600-1000 yumurta yumurtlar) ve larva döneminden sonraki üç gün içerisinde de çok rahatlıkla yeniden yumurta bırakabilir. Nisan ayı ortalarında yumurtasını bırakan bir karasinekten gelen neslin, aynı yılın Eylül ayı ortalarında bıraktığı yumurta sayısı 5 trilyonu geçer. Başka bir ifadeyle, bir gramın % 1’i ağırlığındaki (yaklaşık olarak 70 sinek 1 gr ağırlığındadır) bir sinek, bir yıl içerisinde 80 bin ton ağırlığında bir sinek ordusu meydana getirebilir.

Yazının Devamı

Baharın Gelişini Müjdeleyen Cemreler Bir Bir Düşüyor

Baharın gelişini, doğanın uyanışını müjdeleyen cemrelerden biri geçtiğimiz hafta havaya düştü. Henüz hava sıcaklıklarında belirgin artışlar olmasa da doğa uyanmaya başlıyor artık. Doğada başlayan bu hareketlilikle birlikte ileriki günlerde ağaçlar yeşillenecek, çiçekler tomurcuklanacak ve baharın renkleri ortaya çıkacak. Her ne kadar “Mart kapıdan baktırır, kazma kürek yaktırır” demişse de atalarımız biliyoruz ki cemreler düştükçe havaya, suya, toprağa her yer ısınacak ve bahar gelecek.

İnsanlar tarih boyunca doğayı gözlemlemiş, doğada belli aralıklarla gerçekleşen iklim olaylarından yola çıkarak, temel uğraşlarının ve yaşam şekillerinin de etkisiyle doğal takvimler meydana getirmişlerdir. Halk takviminde yer alan cemre olayı da ekonomisi hayvana ve tarıma bağlı toplumlarda karşımıza çıkmaktadır. Özellikle Arap, Fars ve Türk kültüründe yer etmiş, doğanın canlanmasını ve baharın gelişini müjdeleyen cemre, havaların ısınacağını haber veren, halk arasında çok yaygın olan bir kavramdır.

Arapça kökenli bir kelime olan “Cemre”, “Kor Ateş” anlamına gelmektedir ki baharın gelişiyle birlikte güneş ışınlarının hava, su ve toprağa etki etmesiyle ısınmanın gerçekleşmesi kastedilir. Yani, artık ateşe gerek kalmadı, yanan ateşler söndürüldü manasındadır.

Yazının Devamı