Küçük Şeylerin Büyük Gürültüsü
Küçük Şeylerin Büyük Gürültüsü
Sabahın köründe alarm çalıyor. Bir elinle telefonu sustururken öteki elinle bildirimlere göz atıyorsun. Henüz yataktan kalkmadan günün ilk haberleri: Döviz fırlamış, siyasette yeni bir kriz, biri boşanmış, diğeri evlenmiş, öbürü Bali’de yoga yapıyor.
Gözlerin hâlâ çapaklı, ama zihnin çoktan “yetişmeliyim” moduna geçmiş. Bizi bu kadar telaşlı yapan ne? Nereye yetişiyoruz? Dünyayı kurtarmıyoruz, bir hayat yaşıyoruz sadece. Ama sanki her gün çok önemli bir yarışın içindeyiz ve bir an bile yavaşlasak tüm sistem çökecekmiş gibi.
Bir öğrencinin günü: Sabah sekizde okul, öğleden sonra etüt, akşam özel ders, gece deneme sınavı… Bir de üzerine “ders çalışırken kahveni estetik şekilde paylaş” baskısı. Genç yaşta yorgunlukla özdeşleşmiş yüzler. Bir gülümsemenin içinde bile stres saklı. Ya evlilikler? Akşam aynı masaya oturmuş iki insan. Biri çocuğun ödeviyle boğuşuyor, diğeri telefondaki iş mailleriyle.
Arada bir “o çamaşırlar hâlâ neden asılmadı?” gibi cümlelerle günün tüm yorgunluğu birbirine yöneliyor. Kimse kötü niyetli değil, ama herkes yorgun, kırılgan, tetikte. Çünkü küçük şeyleri büyütmek artık alışkanlık haline geldi. İş dünyasında ise “meşgul olmak” neredeyse bir madalya. Birine “nasılsın?” diye sorduğunda, genelde “çok yoğunum” cevabını alırsın. O yoğunluğun içinde aslında birçok şey kaçıyor: Kahkaha atmak, anı fark etmek, pencereyi açıp rüzgarı yüzünde hissetmek… Hızlı tüketim çağında, sadece yiyecekleri değil, duyguları da hızla geçiyoruz.
Birbirimize sabırsızız. Trafikte öndeki arabaya, markette sıradaki kişiye, sosyal medyada fikrine katılmadığımıza… Küçük şeyleri büyütüyoruz çünkü büyük mutluluklara ulaşacak zamanımız yokmuş gibi yaşıyoruz. Oysa belki çözüm tam da burada: Küçük şeylerde saklı. Bir öğrencinin kendini yetersiz hissettiği anda omzuna konan bir el, belki yıllar sonra bile hatırlanacak. Bir evde, “haklı çıkmak” yerine “birbirimizi anladığımız” bir akşam, belki krizi değil, sevgiyi büyütecek. Bir iş yerinde, “bunu sen çok güzel yaparsın” diyen bir cümle, motivasyon yaratacak. Yolda yürürken gülümsediğimiz bir yabancı, belki günün tek iyi anısı olacak. Hayatın tamamını kontrol edemeyiz. Ama tepkilerimizi seçebiliriz. Her şeyi düzeltmek zorunda değiliz. Bazen sadece “olduğu gibi” kabullenmek bile yeterli.
Kavga etmek yerine anlamayı seçmek, yarışmak yerine yürümek, şikayet etmek yerine şükretmek… Bunlar büyük devrimler değil. Ama insanın iç dünyasında açtığı alan, dışarıya yansıyan bir dinginlik yaratıyor. Belki de artık birbirimize ve kendimize daha nazik davranmayı öğrenmeliyiz.
Çünkü kimse mükemmel değil. Herkes bir şeylerle mücadele ediyor. Ve evet, bazen sadece bir “iyi ki varsın” bile yetiyor. Sonuçta hepimiz aynı yolculuktayız: Biraz daha huzurlu, biraz daha anlamlı, biraz daha sakin bir hayat arıyoruz. Belki de ilk adım, kendimize şu soruyu sormaktan geçiyor: “Gerçekten bu kadar dert etmeye değer mi?”