Bir önceki yazımızda beyaz gürültü ve çeşitlerinden bahsetmiştim. Peki, bu sesler gerçekten bir ihtiyaç mı? 2000-3000 yıl öncesine gittiğimizde, atalarımızın yaşam koşullarını göz önünde bulundurmanızı istiyorum.
O dönemde, barınma ihtiyacı çadırlar, mağaralar veya ağaç evler gibi doğayla iç içe, ses yalıtımından oldukça yoksun ortamlarda karşılanıyordu. İnsanlar dışarıdaki seslerle iç içe, doğanın ritmine göre yaşıyor ve uyuyorlardı. Şimdi, modern dünyada çoğu evde, yalnızca yüksek sesler duyulabiliyor; ancak geçmişte, atalarımız rüzgarın uğultusundan gece hayvanlarının seslerine kadar her türlü doğa sesini dinleyerek uyumak zorundaydılar.
Bu bakış açısıyla düşündüğümüzde, belki de gerçek sessizlik, modern yaşamın bir yan ürünü olarak ortaya çıkıyor. Çünkü doğal ortamda, sesler sürekli vardı; geceleri bile doğanın kendi sesleriyle uyumak mümkünken, günümüz evleri dört duvar arasında, dış dünyadan tamamen yalıtılmış birer “sığınak” haline geldi. Bu yapay sessizlik, insan psikolojisi üzerinde karmaşık etkiler yaratabiliyor. Aşırı izolasyon, zamanla yalnızlık veya huzursuzluk hissine yol açabiliyor. İnsanların doğayla iç içe yaşadığı dönemlerde çevresel sesler, uyarı işlevi görmekle birlikte, bu seslerin varlığı da bir huzur kaynağıydı. Şimdi ise, birçoğumuz sürekli olarak dışarıdan gelen seslerden korunmuş, ancak kendi iç dünyamızda kaybolmuş durumdayız.