Köşe Yazıları

Ayete’l-Kürsî

Arapça olarak okunuşu “آيَةُ الْكُرْسِي” “Âyetü’l-Kürsî” şeklindedir.

Arapça olarak okunuşu “آيَةُ الْكُرْسِي” “Âyetü’l-Kürsî” şeklindedir. Türkçede telaffuzu ağır olduğundan dile kolay gelmesi için söylenişi “Ayete’l-Kürsî” şeklinde yaygınlaşmıştır. Yazımda ben de Ayete’l-Kürsî ismini kullanacağım.

 

Ayete’l-Kürsî… Bakara suresinin 255. Ayet-i Ayete’l-Kürsî kerimesidir. Meâli:

“Allah kendisinden başka hiçbir ilah olmayandır. Diridir, kayyumdur. Onu ne bir uyuklama tutabilir, ne de bir uyku. Göklerdeki her şey, yerdeki her şey onundur. İzni olmaksızın onun katında şefaatte bulunacak kimdir? O, kulların önlerindekileri ve arkalarındakileri (yaptıklarını ve yapacaklarını) bilir. Onlar onun ilminden, kendisinin dilediği kadarından başka bir şey kavrayamazlar. Onun kürsüsü bütün gökleri ve yeri kaplayıp kuşatmıştır. (O, göklere, yere, bütün evrene hükmetmektedir.) Gökleri ve yeri koruyup gözetmek ona güç gelmez. O, yücedir, büyüktür.”

Ayete’l-Kürsî’nin fazileti hakkındaki bazı hadislerde, yatağına girerken onu okuyan kimseyi Allah’ın koruyacağı ve şeytanın ona yaklaşamayacağı, Ayete’l-Kürsî’yi okuyana Allah’ın hemen bir melek göndereceği, ertesi güne kadar bu meleğin onun iyiliklerini yazacağı ve kötülüklerini sileceği, farz namazların arkasından onu okuyanın da öldüğü zaman cennete gireceği ifade edilmiştir. Bu ve benzeri hadis-i şeriflerde işaret edilen faziletleri sebebiyledir ki Ayete’l-Kürsî namazların sonunda genellikle okunan bir ayettir. Aynı inançla namaz dışında da sık sık okunan ayetler arasında yer alır.

Bu ayet-i kerime hem muhtevası hem de üstün özellikleri sebebiyle çok okunmuş, şifa ve korunmaya vesile kılınmıştır. Kelime-i şehadet ve İhlâs süreleri nasıl İslâm inancının özünü ihtiva ediyor ve insanlara Allah Teâlâ’yı tanıtıyorsa Ayete’l-Kürsî de onlardan daha geniş ve detaylı olarak bu özelliği taşımaktadır.

Hz. Peygamber, Übey b. Kâ‘b’a “Allah’ın kitabından hangi ayet en büyüğüdür?” diye sorup “Ayete’l-Kürsî” cevabını alınca onu tebrik etmiştir.

Varlığı ezelî ve ebedî olan, her şeyi yaratan, her şeyin maliki ve mukadderatının hâkimi, her şeyi bilen ve her şeye kadir olan… Yüce Mevla’nın özel ismi olan “Allah” lafzı zikredildikten sonra hem O’nun vahdaniyeti (birliği, tekliği) hem de İslâm’ın öngördüğü imanın tevhit (Allah’ı birleme, bir bilme) özelliği açıklanmak üzere “O’ndan başka ilah yoktur” buyurulmuştur.

Müşrikler elleriyle yaptıkları putlara tapmakta idiler. Bunlar cansız eşyadan yapılırdı. Canı bile olmayan varlığın ilâh olamayacağını ifade etmek üzere hemen arkasından “O diridir” buyurulmuştur.

Müşriklerin çoğu büyük bir Allah’a inanmakla beraber bunun yanında –her birine birer görev tükledikleri– sözde İlahlara inanmışlardır. Bu inanç tevhide aykırıdır. Tevhidi açıklayarak söze başlayan ayet, Allah Teâlâ’nın “kayyûm” sıfatını zikrederek “küçük, aracı, özel görevli… İlahlara gerek bulunmadığını ifade etmektedir. Çünkü kayyum, “bütün varlıkları görüp gözeten, yöneten, bir an bile onları bilgi ve ilgisi dışında tutmayan” demektir.

Onu ne uyku basar ne uyur” cümlesi, hay ve kayyum sıfatlarını pekiştirmekte ve biraz daha anlaşılmasını sağlamaktadır. Uyku basan veya fiilen uyuyan birinin gözetim, yönetim, denetim ve koruma gibi işleri tam olarak yerine getirmesi mümkün değildir. Allah Teâlâ’nın kayyumluğu kâmil ve kesintisiz olduğuna, daha doğrusu kayyum sıfatı bunu ifade ettiğine göre O’nu ne uyku basar ne de uyur.

“Yerde ve gökte ne varsa O’na aittir” yaratanı da gerçek sahibi de O’dur. Ayetin bu manayı ifade eden parçası “Yalnız O’na aittir” kısmıyla tevhidi öğretirken “başkasına değil” manasıyla de şirkin çeşitlerini reddetmektedir. Çünkü müşrik toplumlar varlıkları yaratılış, aidiyet ve yetki bakımlarından çeşitli tanrılar arasında paylaştırmışlar. Meselâ yıldız, gök, yer… Tanrılarından söz etmişlerdir. “Yerde ve gökte” tabiri Arapça ’da “bütün varlıklar” manasında kullanılmakta, adına yer ve gök denilmeyen veya maddî manada yere ve göğe dâhil bulunmayan mekânlar ve buradaki varlıklar da bu ifadenin içine girmektedir.

Müşriklerin bir kısmı, bu ortakların O’na denk olduklarına değil, O’nun nezdinde reddedilemez şefaat, geri çevrilemez aracılık hakkına sahip bulunduklarına inanmakta ve putlara bu anlayış içinde tapınmaktadırlar. “İzni olmaksızın onun katında şefaatte bulunacak kimdir?” manasındaki cümle bu inancın asılsızlığını ortaya koymakta; şefaatin de izne bağlı bulunduğunu, O izin vermedikçe ve dilemedikçe kimsenin böyle bir yetki ve imkâna sahip olamayacağını özlü ve etkili bir şekilde zihinlere yerleştirmektedir.

Allah’tan başka bütün şuur ve bilgi sahiplerinin bilgileri sınırlıdır, doğru da yanlış da olmaya açıktır. Bu genel gerçek şefaat meselesine uygulandığında kimin şefaate lâyık olduğunun da ancak Allah tarafından bilineceği anlaşılır. Çünkü dış görünüşü itibariyle şefaate lâyık görülenlerin, kullar tarafından görülemeyen ve bilinemeyen iç yüzleri itibariyle böyle olmamaları mümkündür. “O, kulların önlerindekileri ve arkalarındakileri (yaptıklarını ve yapacaklarını) bilir.” O’ndan başka olmuşu, olacağı, gizliyi, açığı, geçmişi, geleceği, görüleni ve görülmeyeni (gaybı) bilen yoktur. Rabbimize hiçbir şeyin saklı, gizli kalmaz. O, dilimizden dökülen her bir sözü, gönlümüzden geçen her bir duyguyu, zihnimizdeki her bir düşünceyi bilir.

“Onlar onun ilminden, kendisinin dilediği kadarından başka bir şey kavrayamazlar.” Bizim ilmimiz, idrakimiz, ufkumuz, sınırlı Rabbimizinkiler ise sınırsızdır.

Kürsî (kürsü), “taht” anlamlarına gelir. Mecazi olarak saltanat, hükümranlık, mülk manalarında da kullanılmaktadır. Kur’an’da Allah’a nispet edilen, “Allah’ın…” denilen her şeyi, O’nun varlığına dâhil veya kullandığı bir şey olarak anlamak da doğru değildir. Meselâ “Allah’ın evi, Allah’ın ruhu, Allah’ın emri, Allah’ın kölesi” tamlamalarında Allah’a ait olan şeyler böyledir. Bunlar ne O’nun varlığının bir parçasıdır ne de kullandığı araçlardır. Önem ve şereflerinden dolayı O’nun” diye tanımlanmışlardır. “Onun kürsüsü bütün gökleri ve yeri kaplayıp kuşatmıştır.” Ayette zikredilen kürsüden maksat O’nun hükümranlığıdır ve buna sınır yoktur, hiçbir şey O’nun dışında kalamaz veya Allah semaları, arzı, arşı Kur’an-ı Kerimde zikretmiş, fakat bunlardan maksadın ne olduğunu açıklamamıştır. Kürsüsü de böyle bir varlıktır, yerleri ve gökleri içine alacak kadar geniştir. Ne ve nasıl olduğunu ise ancak kendisi bilmektedir.

“Gökleri ve yeri koruyup gözetmek ona güç gelmez.” O’na hiçbir şey güç gelmez.

“O, yücedir, büyüktür.”

Ayete’l-Kürsî kalplere dirilik verir. İmanı zaaftan korur. Tevhit konusunda bizi muhafaza eder. Ayeti okudukça iman güçlenir, iman güçlendikçe bizi korur. Tevhit ve ihlâs sırrını kalplere yerleştirir. Ayete’l-Kürsî’nin bizlere öğrettiği bir başka hakikat de: Rabbimize hiçbir şeyin saklı, gizli kalmayacağı gerçeğidir. O, dilimizden dökülen her bir sözü, gönlümüzden geçen her bir duyguyu, zihnimizdeki her bir düşünceyi bilir.

..Ayete’l-Kürsî… Daha fazla köşe yazısı için tıklayın….

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu